Nisbet hamurları aşkla mayalanan Nakşibendiyye büyükleri (Kaddesallâhu Esrârahum) dünya mateminde konaklayıp, halk içinde Hakk’la olanlardır. Esrâr-ı hakîkate agâh olup, bunu surette ihfâ eden, rızây-ı Hüdâvendigâr’a yönelip cemâl-i behiştten bile yüz çevirenlerdir. Mevlâ’dan (Celle Celâlühû) başka görmeyen, O’na teveccüh eden, cümle eşyadan i’râz edenlerdir. “Hep birlikte O’nun dinine sarılın” emri sırrınca zahiri ahkâm-ı şeriyye ile tezyin etmekten ibaret olan devlet-i sûriyye, “O’na sarılın” emri işaretince batını eşyâ-ı deniyyeden tahlis etmekten ibaret olan saadet-i maneviyye ile mesut olanlardır. Her biri çorak arazileri sulayan bir nil, derinliklerinde en kıymetli incileri barındıran bir deryadır. Birer hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayıdır. Onlar, Cenâb-ı Zât-ı Akdes’in hazineleridir.
بو ذاتلر هر برى بر كنز سبحان
كوكول طوت تا اوله سك بحر عمان
“Bu zâtlar her biri bir kenz-i Sübhân (Sübhan Tealâ’nın hazinesidir),
Gönül tut (onları gönlünde tut), tâ olasın bahr-ı umman (büyük deniz)”[1]
“Ne mümkin ehl-i dili tavsîf ey yâr.” sırrınca vasfedilmesi mümkün olmayan gönül dostlarından birisi de ariflerin şahı, mürşid-i kâmillerin melîki, Hint meşayıhının şeyhi, mukaddes nefesler ve manevî fütûhât sahibi, hakikatler madeni, müceddidî sırların ve marifetlerin varisi, irfan erbabının rehberi Mevlânâ Şah Ğulam Ali Abdullah-ı Dehlevî’dir (Kuddise Sirruhû). Zât-ı âlîleri Tarîkat-ı Nakşibendiyye-i Aliyye Silsile-i Sâdât’ının 29. halkası olup, Hazreti Ali’nin (Radıyallâhu Anh) muhterem zürriyetindendir.
Şah Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) 1745 (h. 1158) yılında Pencap’ın Betala kasabasında dünyaya geldi.[2] Babası Şeyh Abdullatîf Efendi (Kuddise Sirruhû) şüpheli şeylerden son derece içtinap eden, dilini devamlı zikrullâhla ıslayan, ehl-i tefekkür, ehl-i ilim, muhterem bir zattı. Şeyh Abdullatîf Efendi (Kuddise Sirruhû), Pîr-i a’zâm Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) dünyaya teşrif etmeden kırk gün önce rüyasında Hazreti Ali’yi (Radıyallâhu Anh) gördü. Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) ona: “Oğluna benim ismimi ver.” buyurdu. O da bu emre imtisal ederek ona Alî ismini verdi. Şah Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) temyiz çağına erdikten sonra edeben kendisini “Ğulâm Alî (Ali’nin kölesi)” diye isimlendirmiştir.[3]
Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) annesi ise rüyasında Mevlânâ Abdülkâdir-i Geylânî’yi (Kuddise Sirruhû) gördü. O da Abdülkadir diye isimlendirmesini söyledi. Daha sonra Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) rüyasında Peygamber Efendimiz’in (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) kendisini Abdullah diye tesmiye buyuracağını görecekti.[4]
Pîr-i Âzâm Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) küçük yaşına rağmen aklî ve naklî ilimleri tahsil etmeye başladı. Kur’ân-ı Kerîm’i bir ayda ezberleyecek kadar müthiş bir zekâya sahipti.[5] İlminin ilk merhalesini babası Şeyh Abdullatîf’in (Kuddise Sirruhû) elinde itmam etti. On üç yaşına geldiğinde babası onu kendi hocası Şeyh Nâsıruddîn’e (Kuddise Sirruhû) teslim etmek üzere götürmek istediyse de hocasının vefat ettiği haberini alınca bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Şeyh Zübeyr’in halîfelerinden Şeyh Ziyâullah ve Şeyh Abdül’adl, Şeyh Nâsırüddîn’in oğlu Hâce Mîr Dürer, Mevlânâ Fahruddîn, Fahr-i Cihân-ı Çeştî, Şah Nânû, Şah Gulâm-ı Çeştî (Kaddesallâhu Esrârahum) gibi sadâttan istifade etti ve döneminin zâhirî-bâtınî en büyük âlimlerinden oldu.
Müceddid Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) şeyhi Şah Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) ilmî mekânetine işaret etme eclinden şu Fârisî mısraları nazmetmiştir:
سبق ويان سابق ر درين ايام ميبودند
بمحفل مى نشستندش بجان بهر سبق خوانى
Sabak gûyân-ı sâbık ger der’în eyyâm mî-bûdend
Be-mahfil mî nişestendeş be-cân behr-i sabakhânî
‘’Şayet eski müderrisler bu zamanda yaşasalardı, ders okumak için canla başla onun meclisinde otururlardı.”[6]
Mevlânâ Habîbullah Cân-ı Cânân-ı Mazhâr Hazretlerine İntisâbı
Henüz temyiz çağında olmasına rağmen faziletler tahsil etmeye haris olan Şah Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) yirmi iki yaşına geldiğinde tefsir, hadis ve fıkıh ve gibi ilimlerde ihtisas yaptıktan sonra Altın Silsile’nin 28. halkası olan Mevlânâ Habîbullah Cân-ı Cânân-ı Mazhâr’ın (Kuddise Sirruhû) elinde manevî kurbiyyet menzillerini katetmeye başladı. On beş sene onun yanında zikir halkası huzuruyla ve murâkabeyle şerefyâb oldu ve mutlak icazet aldı.[7]
Mevlânâ Ğulam Alî Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) Makâmât-ı Mazhariyye’de şeyhi Habîbullah Cân-ı Cânân-ı Mazhâr’ı (Kuddise Sirruhû) anlatmaya şu cümlelerle başlamıştır: “İlâhî nurların kendisinde zuhur ettiği, âsâr ve huzur kaynağı, âgâhî olan, Tarîkat-ı Ahmediyye’yi devam ettiren, sünnet-i nebeviyyeyi ihyâ eden, asrının bir tanesi Şemsüddîn Habîbullah Hazreti Mirza Cân-ı Cânân…”[8]
Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurmuştur: “Evvel-i emirde Tarîkat-ı Nakşîbendiyye ile meşgul olmamdan Seyyid Abdulkâdir-i Geylânî (Kuddise Sirruhû) razı olur mu diye tereddüt ettim. Zuhuratta Abdulkadir-i Geylânî’yi (Kuddise Sirruhû) gördüm. Karşısında Hazreti Şah-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhû) oturuyordu. Sonra, içime Hazreti Şah-ı Nakşibend’in (Kuddise Sirruhû) yanına gitmek doğdu. Bunun üzerine Abdulkadir-i Geylânî (Kuddise Sirruhû) o anda bana: ‘Maksat Allah’a (Celle Celâlühû) ulaşmaktır. Gönlünü ferah tutarak git.’ buyurdu.”
Mevlânâ Habîbullah Cân-ı Cânân’ın (Kuddise Sirruhû) irşadıyla seyr-i sülûkünün itmamına çalışan Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) ilk zamanlar çok geçim sıkıntısı çekti. Bu haldeyken Allah’a (Celle Celâlühû) kemâl-i tevekkülde bulundu. Eski bir hasırdan yatağı, tuğladan bir yastığı vardı. O kadar çok zayıf düşmüştü ki bulunduğu hücrenin mezarı olacağını düşünmeye başladı. İşte bu durumdayken ona Allah’ın (Celle Celâlühû) yardımı ulaştı. Hücrenin önüne birisi geldi ve kapıyı çaldı. Ama Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) kapıyı açmadı. Bunun üzerine o zat: “Kapıyı açar mısınız, sizinle bir işim var.” dedi. Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) kapıyı buna rağmen açmayınca kapının yarığından içeriye bir miktar para attı. Bundan sonra fütûhât ondan hiç kesilmedi.[9]
Çok yüksek makamlara ve manevî derecelere ulaşan Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû), şeyhi Mevlânâ Cân-ı Cânân-ı Mazhar’ın (Kuddise Sirruhû) vefatından sonra müritleri terbiye ve talipleri irşat etme görevini devam ettirdi.
صكره حبيب الله بو نورك مظهرى
صكره عبد الله شاه دهلوى
“Sonra Habîbullah bu nurun mazharî,
Sonra Abdullah Şah-ı Dehlevî.”[10]
İnsanlar irşat makamında bulunan Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) sohbetine erişmek ve istifade etmek için binlerce kilometre uzaklıktaki diyarlardan; Anadolu, Suriye, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehir’den huzuruna geldiler. Onun teveccühleriyle yüksek makamlar elde ettiler. Şüphesiz bu gelenlerden en önemlisi silsile-i meşâyıhımızın 30. halkası olan Kutb-u a’zâm Ğavsu’l-evtâd Mevlânâ Halid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû)’dir.
Zâhirî ve bâtınî ilimler sahibi olan, Zü’l-cenâhayn Mevlânâ Halid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) çok uzun bir yolculuk sonunda Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) cezbesiyle huzuruna gelmiş ve ondan inabe almıştır. Takrîben beş ay kadar bir süre geçince huzur ve müşahede makamlarına ulaşmış, şeyhi kendisine keşfî müjdeler vermiştir. Bir sene geçmeden fenâ, bekâ ve dirayet makamlarında kökleşerek yüce makamlara ulaşmıştır. Sonra da kendisine tam hilafet verilmiştir.[11]
Şeyhu’l Meşâyıh Mevlânâ Hâlid (Kuddise Sirruhû), şeyhi Şah Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) kemâl-i mertebesini bildirme sadedinde şu Fârisî mısraları yazmıştır:
ز اقطاب جهان دعوى همشانش ميزيبد
سهارا ر سزد با مهر تابان لاف رخشانى
Zî aktâb-ı cihân da’va-yi hemşânîş mî-zibed
Sühâ râ ger sezed bâ mihr-i tâbân lâf-i ruhşânî
“Şayet Sühâ (yıldızı)’nın ışık saçan güneşe karşı parlaklık iddiasında bulunması doğru ise, o vakit dünyadaki bütün evliyanın onunla aynı seviyede olduklarını iddia etmeleri de doğru olur.”[12]
Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) . Elde ettiği makâmâtının iktizası hasebiyle çok tevazulu birisiydi. Edeben ayaklarını hiç uzatmazdı. Son derece hayalı olup, aynada yüzüne bile bakmazdı. Çok cömertti. Kendisine fenalık yapan kimseleri affetmek şöyle dursun, onların hayırları için dua ederdi. Nitekim kendisinin devamlı gıybetini yapıp aleyhinde konuşan bir şahıs hapse düştüğünde onu hapishaneden çıkarmak istemiştir. İnsanlara devamlı emr-i bi’l-ma’ruf yapar, sohbetleriyle gönülleri coştururdu. Bidatlerden son derece kaçar, sünnet-i seniyyeyi ganimet bilirdi. Devamlı cemiyet ve zikir üzereydi. Bu yolda vukûf-ı kalbî ve nigahdaşt-ı havâtırı vacip görürdü. Avâm ve havâssın gönüllerinin kıblesi idi. Devlet adamlarıyla görüşmekten ve dünyaya meyletmekten uzaktı. Gıybeti son derece kerih görürdü. Yanında gıybet yapılmasına asla müsaade etmezdi.
Hayatının her alanında Hazreti Peygamber’in (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) sünnetini tatbik ederdi. Çok az uyur, teheccüde kalkıp namaz kılardı. Sabah namazına kadar vaktini zikir, murâkabe ve tilavetle geçirirdi. Sabah namazını müritleriyle beraber kılıp, hep birlikte işrak vaktine kadar zikirle meşgul olurlardı. İşrak namazını kıldıktan sonra tefsir ve hadis dersi yaparlardı. Öğleye doğru biraz yemek yerdi. Talebelere meşayıhımızın eserlerinden Nefahâtü’l-Üns vb. kitapları okurdu. İkindi namazından sonra hadis-i şerifler ve İmam-ı Rabbânî’nin (Kuddise Sirruhû) Mektûbât’ından mektuplar okurdu. Meşâyıh-ı Kirâm’ın her biri gibi talebelere çok kıymet verirdi. Sevgili üstadımız Hacı Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû)’nin mübarek dilinden sudûr eden kelimeler misali: “Ey talebeler! Sizler kurumuş toprakların yağmur yüklü bulutlarısınız. Direksiz kubbelerin direklerisiniz.”
Şah Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) gecenin çoğunu zikir ile geçirirdi. Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) aşığı, fenâ fi’r-Resûle malik bir zattı. Onun ismini duyduğunda kendisinden geçerdi. Resûl-i Ekrem’e (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ittibayı en yüce sermaye olarak görürdü. Vefat ettiğinde Sünen-i Tirmizî ezberindeydi. Şüphesiz daha birçok ahlâk-ı hamîde sahibi olan Şah Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) bu müspet hasletleri Hazreti Peygamber ‘e (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) kemâl-i ittibasıyla elde etmişti.
Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurmuştur:
وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ
“(Ey Muhammed!) Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”[13]
Nakşî büyükleri, en büyük kerametin ‘şeriatte istikamet etmek’ olduğunu buyurmuşlardır. Bununla beraber çokça tasarrufât, keşif ve kerametleri görülmüştür. Mamafîh sünnete ittibanın bulunmadığı bir sahada halleri ve işaretleri istidraç kabilinden saymışlardır.
İmam Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurmuştur: “Kuşkusuz yarın insana fayda verecek olan şey ancak Şerîat’ın sahibine (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) mütabaattır. Haller, vecdler, ilimler, marifetler, işaretler ve remzler bu mütabaatle beraber bulunursa bu güzeldir. Ama bu haller mütabaat olmadan bulunacak olsalar rüsvaylıktan ve istidraçtan başka bir şey değildir.”[14]
Rasûlüllah’â (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ittibayı ilke edinen bu büyüklerin kerametleri Hazreti Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) hakkında birer mucize mahiyetindedir.[15] Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) de dar hacimli bir risalede her birinden bahsedebilmenin muhal olacağı kadar çok keramât sahibiydi. Tabi ki en büyük kerameti yetiştirdiği binlerce evliya ve ulemadır.
Bir keresinde Delhi’de kıtlık oldu. Şeyh hazretleri (Kuddise Sirruhû) mescidin avlusuna çıktı ve oturdu. Hava çok sıcaktı. Şöyle duada bulundu: “Ya Rabbi! Bize yağmur bahşedene kadar burada oturacağım.” O anda yağmur yağdı. Rivayet edildiğine göre Hakim Rükneddîn başvezirliğe getirildiğinde Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) ona bir takım nasihatlerde bulunmak üzere yakınlarından birisini gönderdi. Fakat Hâkim onun nasihatine kulak vermedi. Bundan dolayı Şeyh Hazretleri’nin (Kuddise Sirruhû) mübarek gönlü kırıldı. Bunun üzerine Hâkim görevden azledildi. Bir daha da bu göreve gelemedi.
Pîr Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû), Mevlânâ Şah-ı Nakşibend’in (Kuddise Sirruhû): “Bizim yolumuz sohbettir.” kavlinin mucebince meşâyıh-ı kirâmın düstur edindikleri sohbete ve emr-i bi’l-marufa ziyadesiyle ihtimam göstermiştir. Şah Raûf Ahmed (Kuddise Sirruhû), şeyhi Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) sohbetlerinde işittiklerini cem’ ettiği Dürru’l-Me’ârif isimli kitabında şöyle anlatır:
12 Cemâziye’l-âhir Cumartesi günü feyiz hazinesinin huzurlarındaydım. Hazreti Îşân[16] (Kuddise Sirruhû) buyurdular ki: “Beşâretullah’ın bir mektubu geldi, cevabında şöyle yazdık: Geçmiş günahlarınız için pişman olunuz ve istiğfar ediniz. Gelecek için ise günahlardan sakınmayı iltizam ediniz. Devamlı Allah’ı (Azze ve Celle) zikretmekle meşgul olunuz.”[17]
26 Rebî’u’l-âhir Salı günü bu fakir feyizli meclislerinde hazır idim. Buyurdular ki: “Tarikat-ı Nakşibendiyye-i Aliyye’de iki şey önemlidir: Sünnete ittiba ve teveccüh. Tıpkı Sahâbe-i Kirâm’ın yolu gibi ki onlar ümmetin evliyasının hepsinden efdaldir.” Nur dolu huzurlarında ilhamdan söz açıldı. Buyurdular ki: “İlham için, helal yemek, doğru konuşmak, devamlı abdest üzere olmak, insanlara çok karışmamak ve günahlardan sakınmak lazımdır.”[18]
Şah Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) saliklere mühim meseleleri şerh etmek için birçok risale yazmıştır.[19] Kıymetli nasihatler ve vaazlar içeren mektuplardan oluşan Mekâtib-i Şerîfe isimli Fârisî bir eseri vardır. Ayrıca Mevlevî Naîmullah’ın (Kuddise Sirruhû), Habîbullah Can-ı Cânân-ı Mazhar’ın (Kuddise Sirruhû) hallerini yazdığı kitabın ihtisarını yapmıştır. Bu kıymetli eserin nâmı Makâmât-ı Mazhariyye’dir.
Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) her biri inci gibi olan kelâm-ı şeriflerinden bazıları;
“Tarikat-ı Nakşibendiyye dört şeyden ibarettir: Hatıra mâsivâ getirmemek, devamlı huzur üzere olmak, cezbeler ve vâridât.”
“Yemekte, bir nefsin rızası bir de nefsin hakkı vardır. Nefsin rızası çok yemektir. Nefsin hakkı ise farzları ve sünnetleri yerine getirmeye kuvvet olacak kadar yemektir.”
“Talibin bir an bile matlubunu zikretmekten gafil olmaması gerekir.”
“Hizmet görmek isteyen mürşidine hizmet etsin.”
“Zevk ve şevk talep eden kimse hakîkî manada Hakk Tealâ’yı talep etmiş değildir.”[20]
“Kalpte huzur öyle olmalıdır ki, kalbe Allah’tan (Celle Celâlühû) başka hiçbir düşünce gelmemelidir.”
“Tasavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır.”[21]
Mevlânâ Abdullah-ı Dehlevî’nin (Kuddise Sirruhû) birçok halifesi vardı. Uzun zaman onun usulüyle insanlara edep aşıladılar. Şeyhu’l-Meşâyıh Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (Kuddise Sirruhû) başta olmak üzere Şah Ebû Saîd, Şeyh Raûf Ahmed, Şeyh Muhammed Şerîf, Molla Alâüddîn, Molla Abdülkerîm Türkistânî, Mirzâ Abdulğafûr el-Cercevî, Mevlevî Beşâretullah ve Muhammed Can el-Heravî (Kaddesallâhu Esrârahum) bunlardan bazılarıdır.
Pîr-i a’zâm Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) ömrünün sonlarına doğru hastalığının etkisiyle çok bitkin düştü. İbadetlerini şevkle, ama büyük zorluklarla yapıyordu. Hastalığı çok şiddetlenmesine rağmen müridleri için nasihatte bulunmayı ihmal etmiyordu. Şöyle buyurdular: “Devamlı zikrediniz. Büyüklere bağlılığımızı koruyunuz. Güzel ahlâklı olup, insanlarla güzel geçininiz. Kaza ve kader hususunda nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakirlik, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve ferâgat üzere olunuz. Benim cenazemi Delhi’deki Büyük Câmi’ye götürünüz. Allah Rasûlünden (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şefaat isteyiniz.”
Mevlânâ Şah Ğulam Ali Abdullah-ı Dehlevî (Kuddise Sirruhû) 1825 (h. 1240) yılında Safer ayının on ikinci günü yüceler yücesine seyretmiştir.
Cenâb-ı Hakk (Azze ve Celle) hayat-ı sermediyyede Silsile-i Meşâyıh-ı Aliyye’yi (Kaddesallâhu Esrârahum ve Emeddenallâhu Bimededihim) bizlere refîk eyleye…
وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا
“Her kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ise ne güzel arkadaştır!”[22]
Dipnotlar
[1] Mustafa İsmet, Garibullah, Risâle-i Kudsiyye, trc. Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Yayınevi, İstanbul 1995, II, 430
[2] Kehhâle, Ömer b. Rızâ, Mu’cemü’l-Müellifîn, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut, VI, 77
[3] el-Hânî, Abdülmecîd b. Muhammed, el-Hadâiku’l-Verdiyye, Dâru Ârâs, Erbil 2002, s. 287
[4] el-Meydânî, Abdurrazzâk b. Hasen, Hilyetü’l-Beşer fî Târihi’l-Karni’s-Sâlise ‘Aşer, Dâru Sâdir, III. Baskı, Beyrut 1993, s. 930
[5] el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, I. Baskı, s. 57
[6] Mevlânâ Hâlid, a.g.e., s. 119
[7] Muhammed Ahmed Dernika, et-Tarîkatü’n-Nakşibendiyye ve A’lâmuhâ, s. 103
[8] ed-Dehlevî, Mevlânâ Abdullah b. Abdüllatîf, Makâmât-ı Mazhariyye, Hakikat Kitabevi, İstanbul 2002, s. 18
[9] el-Hânî, a.g.e., s. 287
[10] Mustafa İsmet, Garibullah, a.g.e., II, 687
[11] Haydarî, İbrahim Fasih, el-Mecdü’t-Tâlid, trc. Eser Sazak, Semerkand Yayınevi, I. Baskı, İstanbul 201, s. 87
[12] Mevlânâ Hâlid, Dîvân, haz. Abdülcebbar Kavak, Semerkand Yay., I. Baskı, İstanbul 2013, s. 129
[13] el-Kalem, 68/4; bkz. el-Kuşeyrî, Abdulkerîm b. Hevâzin, Letâifü’l-İşârât, el-Hey’etü’l-Mısriyye, III. Baskı, Mısır, III, 617; el-Bursevî, İsmail Hakkı b. Mustafa, Rûhu’l-Beyân, Dâru’l-Fikr, Beyrut, X, 105
[14] İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 158 (184. Mektup)
[15] et-Taftâzânî, Mes’ûd b. Ömer, Şerhu’l-‘Akâid, s. 91
[16] Anlamı ‘onlar‘ demek ama bazen ‘keramet sahibi, velî manalarında ulema ve meşayıha verilen bir unvan’ olarak kullanılır.
[17] el-Müceddidî, Raûf Ahmed, Dürru’l-Me’ârif, Hakikat Kitabevi, İstanbul 1998, s. 75
[18] el-Müceddidî, a.g.e., s. 29
[19] el-Kevserî, a.g.e., s. 57
[20] el-Hânî, a.g.e., s. 291
[21] ed-Dehlevî, Abdullah b. Abdüllatîf, Mekâtib-i Şerîfe, Hakîkat Kitabevi, İstanbul 2010, s. 110 (85. Mektub)
[22] en-Nisâ, 4/69; bkz. el-Hâzin, Ebu’l-Hasen Alâüddîn Ali b. Muhammed, Lübâbü’t-Te’vîl fî Me’âni’t-Tenzîl, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1415, I, 397