Günümüz Müslümanlarının içinde bulunduğu ictimâi, iktisâdî, siyasi ve dînî vaziyetleri, buhranları, çalkantıları asıllarından bağlı olmaları lâzım gelen değerlerinden kopuk olmaları, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in asrından uzaklaştıkça zaman zaman ortaya çıkan karışıklıklarla bire bir örtüşmekte.
Ferdi planda Müslüman da olsa nefsin cibilliyetindeki batıla meyil, gayri Müslimlerin düzenli-düzensiz maddî manevî, ictimâî, dinî ve askerî katliamlar şeklindeki saldırıları, İslâm’ı ve müslümanları fesat ve ifsat ifade eden kelimelerle anmaları ve dışlamaları hususu ile müsteşriklerin bizzat kendileri veya Müslüman cemiyetin içinden devşirdikleri veya satın aldıkları piyonları ile iktisâdî ve amelî sahada devrini kapatmış olan, ehl-i sünnet ve’l-cemaat dışında kalan, mesnetsiz ve asılsız mezheplerin fikirlerini dayatması, buna mukabil bütün bir İslâm cemiyetinin mukavemetten âciz kalıp İslâm’ı dünyevileştirmeye başlaması ve neticede; içinde bulunan asra egemen olan zevklere, anlayışlara, kaidelere, tekniklere ve âdetlere uymaktan ve dünyevileşmekten ibaret olan modernizme mağlup olması… Haremlik selamlık hallerinde hadsiz tavizler papazlarla hahamlarla beraber islam cemiyetini yoldan çıkarmakta baş çeken lûtîlerin davet ve saireleriyle iftarlar…
Takribi dört yüz sene önce yaşayan İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Siruhû) Hazretlerinin bulunduğu vasat umûmî olarak bugün bulunduğumuz vasatla hemen hemen aynı idi. Müslümanların üzerinde kurulan askerî ve siyasî tazyik ve katliamlar Şia’nın bir devlet olarak yayılma faaliyetleri devlet seviyesinde diğer dinleri de benimseme, birleşme gayretleri hatta yeni bir dinin ihdas edilmesi; bozuk tarikatlar, ehl-i sünnetten sapmalar, felsefi akımların hâkimiyeti ve Müslümanların asıllarına bağlı kalmaktaki zafiyetleri ve neticede insanların o zamanın modern Müslümanı olmaya intikalleri…
Şeytanı Şeytan Yapan Nefsidir
“Şeytanı Şeytan yapan nefsidir” kelam-ı kibarının fehvasınca Müslümanın dışarıdan gelen tazyiklere mağlup olmasının aslî sebebi nefsin cibilliyetindeki mahiyet olduğundan gönüller sultanı İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) rızâ-ı ilahînin kazanılabilmesinde en mühim engelin kişinin nefsi olduğunu bildirmek üzere birçok mektubunda nefs-i emmârenin hususiyetlerini sayarak fesadın kaynağının kişinin içinde taşıdığı varlık olduğunu muhtelif mektuplarında şöyle anlatmaktadır;
“Kendisi kötü, ahlakı kötü olan arkadaştan haber vermek istiyorum; ümit edilen kabul kulağı ile dinlemektir. Ey ikram edilmiş evlat! Bil ki; kötülükleri ziyade emreden insana ait olan nefis, makamı ve reisliği sevmek üzere yaratılmıştır. Bütün gayreti arkadaşlarının tamamından üstün olmaktır. Bizzat temennisi bütün mahlûkatın kendisine muhtaç olup emir ve yasaklarına boyun eğmesidir. Kendisi ise kimseye mahkûm olmak ve herhangi bir şeye muhtaç olmak istemez. Bu vasıflar ise ondan sadır olan ilâhlık davasıdır. Ve saltanatı yüce olan, benzeri ve dengi bulunmasından (beri) münezzeh olan Rabbisine ortak olmaktır. Bilâkis saadetten uzak olan nefis ortaklıktan da razı değildir. Ve ancak kendisinin hâkim olmasını ister. Dışında kalan bütün varlıkların kendi hükmünün altında olmasını ister. Hadîs-i Kudsî’de “Nefsine düşmanlık et çünkü o, benim düşmanlığıma tayin edilmiştir.” buyrulur. (Dâvûd Aleyhisselâm’ın kudsiyyatındandır.) Bu işin çirkinliğini gerçekten anlamak lâzım. Hâlbuki başka bir hadîs-i kudsîde; “Kibriyâ (büyüklük) benim ridamdır, azamet ululuk benim izarımdır. Her kim bunlardan herhangi birisi hakkında benimle çekişirse onu ateşime (Cehenneme) sokarım hiç aldırış da etmem.”[1] buyuruluyor. Dünyanın Hak Te’âlâ katında buğzedilen ve lânetlenen olması, dünyanın bulunmasının nefsin isteklerinin meydana gelmesine yardımcı olmasındandır.”[2]
Nefsin Düşük Vasıfları
Kendisine ait keşfinde nüzül (seyr-i fi’l-eşya) makamında olması hasebi ile tespit ettiği nefis ile alakalı düşük vasıfları şeyhine şöyle ifade ediyor: “Bu mektup, Rabbisine sırtını dönen, yüzü kara, kusurlu, kötü ahlaklı, vaktini zayi eden, hali ile aldanan, Mevlâsına muhalefette tam bir gayret sahibi, azimet ve daha iyiyi terk etmekle amel eden, mahlûkatın (insanların) baktığı hareketlerini süsleyen, Hak Te’âlâ’nın baktığı hallerini harap eden, dışını süslemekle (iyi amellerle) noksan himmetli, bir taraftan içi yabancılara (Allah’tan başkasına) dönük, sözü özüne uymayan, halleri hayaller üzerine kurulu, …Peşin parası sırtını dönmek ve zarar, sermayesi aptallık ve sapıklık, kendisi kötülüklerin ve bozuklukların kaynağı… olanın dilekçesidir.”[3]
Ayrıca farklı mektuplarında insanın (nefsin) aslının zeval, çirkinlik, eksiklik ve kötülüklerin kaynağı olan yokluk olduğunu nefsin bu pişmemiş haldeki imanının surette bir iman olduğunu[4] ve küfür, münazaa (çekişme), iba (yük almama) ve tuğyan (diklenme) sıfatları bulunduğundan yaşadığı İslâm’ında sonu tehlikeli olan sureta bir İslâm olduğunu anlatır.
Hüsnü zannı galibimizle hicri ikinci bin senenin müceddidi (din-i mübîn-i İslâm’a dışarıdan giren sonradan uydurma din anlayışlarını ayıklayan ve İslâm pınarının ilk zamanındaki berraklığına ulaşmasının vesilesi) olduğunu kabullendiğimiz İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) ümmeti muhammedin (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ahvalinin fesada uğraması hakkında kişinin dışındaki âmirler olarak; umera ve ulemayı görür.[5]
Bu hususta birinci cildin kırk yedinci mektubunda şöyle buyurur: “Bil ki âleme nisbetle sultan, benî âdemin bedenine nisbetle kalp gibidir. Nasıl ki kalp sâlih olduğunda (bütün bir) bedende (iyi amellere muvaffak olmakla) sâlih olur ve kalp fasid (bozuk) olduğunda bedende (kendinden şeriata uymayan ameller sadır olmakla) bozuk olur ise aynı şekilde sultanın salâhı (şeriata muvafık ameller işlemesi) âlemin salâhı (şeriattan taviz vermemesi) sulttanın fesadı (bozukluğu şeriata muvafık amel işlememesi) âlemin (ümmetin) fesadı (şeriata muhalif karşı amel işlemesi)dir. Görmez misin bir önceki asırda ehl-i İslâm’ın başına neler geldi.”
“Hâlbuki İslâm’ın, başlangıcında garip olması ve ehl-i İslâm’ın âciz, sayıları az ve zayıf olmalarına rağmen bu durum, Müslümanların kendi dini üzere, kâfirlerin de kendi dini üzere olmasından başka hiçbir netice vermemiştir. Yani kâfirler (Mekke müşrikleri) Müslümanların dine ait olan işlerinden herhangi bir işi (dinî hükmü, kararı) değiştiremediler. Güçleri ve kuvvetleri bulunması ile beraber küfrün hükümlerini yürürlüğe koymak hususunda son derece baskılarda bulunmalarına rağmen “Sizin dininiz size, benim dinim bana” âyet-i celîlesi bu vaziyeti açıklayıcıdır.”
Geçen asırda ise, kâfirler küfür ahkâmını (kanunlarını) galip gelmeleri ve İslâm yurdunu istila etmeleri ile bütün bir İslam cemiyeti üzerinde yürürlüğe koydular. O kadar ki Müslümanlar İslâm’ın hükümlerini açıkça işlemekten âciz kaldılar. Şöyle ki kim İslâm’ın bir hükmünü açıktan yerine getirdi ise onu öldürdüler.[6] Âlemlerin Rabbinin mahbubu (sevgilisi) Allâh’ın Rasûlü Muhammed’i Aleyhisselâm’ı tasdik edip benimseyenlerin hor, hakir ve kıymetsiz düşmesi buna karşılık onu inkâr edenlerin son derece itibarlı ve izzetli tutulmasına yazıklar, veyller, üzüntüler, hasretler…
Şu an İslâm’ın olduğu gibi açığa çıkmasının engeli kalktığı Müslümanların sultanının saltanat koltuğuna oturduğu haberi kulağımıza geldi. Ehli İslâm’ın bu sultana yardımı zimmetlerine gerekli görmeleri lazımdır. Dini takviye etmesi insanlara şeriatı yaşamaya heveslendirmesi gerektiğini ona anlatmalı. Bu imdat (yardım) ve takviye lisanla da olur el ile de olur en çabuk olanı lisan ile anlatmak olur. En üstünü ise şer-i meseleleri kelama ait inanç meselelerini kitabullâha, Sünnet-i seniyyeye ve Efendimizin kâmil ümmetlerinin hususu ile Sahâbe-i Kir’âm’ın (Radıyallâhu Anhüm Ecmaîn) icmâsına mutabık olarak açıklamaktır. Ta ki araya bir sapık (ameli bozuk) bir bid‘atçı (itikadı bozuk, ehl-i sünnete uymayan) girmesin, hak yol kapanmasın. Din işi fesada (bozukluğa) gitmesin. Bu ikinci kısım imdat (yardım) ahirete dönük olan ehli hak âlimlerine aittir. Çünkü bütün himmetleri dünyanın gelip geçici eşyasını toplamak ve onların üzerine atlamak olan dünya âlimlerinin sohbeti, beraberliği öldürücü zehirdir. Bozuklukları diğer insanlara da sirayet edicidir.
“İlim sahibi nefsinin esiri olunca
Onu azgınlığından kurtaran kim olabilir”
Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimizden bir nakil: “Kur’ân-ı Kerîm okumak karşılığında alınan para hınzırın etinden daha şiddetli haramdır.”
Geçen asırda ortaya çıkan bütün belâlar bu dünya âlimlerinin uğursuzluğu sebebi iledir. Sanki sultanı doğru yoldan çıkaran onlardır. Bilakis sapık olan yetmiş iki fırkadan hiçbir fırka yoktur ki sapıklık yolunu tercih etmelerinde muktedaları (uydukları kişi) kötü âlimler olmasın. Kötü âlimlerden başka tercih ettiği sapıklık başkalarına da geçen kişilerin sayısı çok azdır. Bu zamandaki ehli tasavvuf olmadığı halde onları yapmacık tavırlarla taklit eden, onlara benzemeye çalışan cahillerin çoğunun durumu da bu kötü âlimler gibidir. Onların fesadı da sirayet eden bir fesattır.
Kötü Âlimlerin Fesadının Tesiri
Kötü âlimlerin âlemin fesadının tesirini daha açık bir şekilde izah etmek üzere birinci cildin otuz üçüncü mektubunda şöyle buyurur:
“… Efendimiz’in (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi: “Kıyamet günü insanlardan azabı en şiddetli olanlar Allâh-u Te’âlâ’nın kendisine ilmi ile menfaat vermediği âlimlerdir.”[7]
Bu tip âlimlerin ilimleri kendi haklarında nasıl zarar verici olmasın ki? Allâh-u Te’âlâ katında varlıkların en kıymetlisi, mevcûdâtın en şereflisi olan ilmi, mal, makam, dünyalık dostlar gibi dünyanın gelip geçici eşyasını toplamaya vesile yapıyorlar. Hâlbuki dünya Allâh-u Te’âlâ katında hor, hakir ve mahlûkatı içinde en çok buğz ettiği şeydir. Allâh-u Te’âlâ katında aziz olanı alçak düşürmek ve alçak olanı da aziz yapmak son derece çirkindir. Bilâkis, gerçekten Hak Te’âlâ hazretleri ile kavgaya tutuşmaktır. Ders okutmak ve fetva vermek ancak Allâh’ın (Celle Celâlühû) rızâsı için olduklarında, makam ve reislik sevgisi mal elde etme ve insanlar nezdinde yükselme tamahından boş oldukları zaman menfaat veririler.
Bu zikredilenlerden arınmış olmalarının alameti ise dünyaya meyletmemek ve zühd sahibi olmaktır. Bu belâya düşmüş olan dünya sevgisinin esiri âlimler dünya âlimleridir. Kötü nefislerinin âlimleridir. İnsanların en kötüleridir. Din hırsızlarıdır. Hâlbuki onlar kendilerini din hususunda muktedâbih (kendisine uyulan), bütün mahlûkatın en üstünü olarak görürler. Onlar hakkında şu âyet-i celîlenin okunması doğru olur: “Kendilerinin bir şey (muteber, kıymetli bir hal) üzere olduklarını zannederler. Uyanık olun ki muhakkak onlar yalancıların ta kendileridir. Şeytan onlara galip geldi de onlara Allâh-u Te’âlâ’yı zikretmeyi (hatırlamayı) unutturdu. Onlar şeytanın askerleridir. Uyanık olun ki şeytanın askerleri zarara uğrayanların ta kendileridir.”[8]
Büyüklerden birisi şeytanı insanları saptırmak ve şaşırtmakla meşgul olmayıp kafası rahat bir halde otururken görür. Kafası rahat bir halde oturmasının sırrını ona sorar. Mel’un (Allâh’ın rahmetinden kovulmuş) der ki: Bu vakitteki kötü âlimler benim işim hakkında bana çok büyük yardım ettiler. İnsanları saptırma işini üzerlerine aldılar. Beni de kafam rahat bir halde bıraktılar.
Hak şudur ki, içinde bulunduğumuz zaman diliminde şeriatı garranın işlerinde meydana gelen bütün zayıflıklar ve gevşeklikler, din-i mübîn-i İslâm’ın takviyesi millet-i islâmiyenin yaşanmasına teşvikteki eksiklerin tamamı kötü âlimlerin uğursuzluğundandır. Niyetlerinin bozukluğundandır. Eğer âlimler dünyadan yüz çevirseler makam ve reislik sevgisi esaretinden ve dünya malı ile insanlar nezdinde yüksek olmak tamahından azad olmuş olsalar onlar ahiretin âlimlerindendir. Peygamberlerin (Aleyhimüssalavâtu ve’tteslîmât) varisleridirler. Mahlûkatın en faziletlileridirler.
Âhiret Âlimlerinin Farkı
Ümerânın (islam idarecilerinin) salâhını temin hususunda bir âhiret âlimine düşen vazifeyi eda etmek babında, devlet idaresinde salahiyet, yetki sahibi olan bir zata İslâm’ın (Şeriatın) izzetlendirilmesi ile alakalı olarak şu şekilde nasihatlerde bulunuyor;
“Bil ki dünya ve ahiretin saadeti-mutluluğu sadece seyyid’ül keneyn’e (dünya ve ahiretin efendisi) tabi olmaya bağlanmıştır. O da ancak İslâm’ın hükümlerini insanlar arasında yürürlüğe koymak küfür âdetlerini, gelenek, göreneklerini kaldırıp geçersiz kılmakla hâsıl olur. Onun küfrü sıradan insanlar ve seçkinlerden uzaklaştırmakla meydana gelir. Çünkü küfür ve İslâm iki zıttır. Kıyametin kopması ve kabirlerden kalkma ânına kadar bir araya gelmeyeceklerdir. Biri ispat etmek-açığa vurmak diğerini kaldırmayı gerektirir. Birini izzetli yapmak diğerini hor hakir düşürmeyi gerektirir. Noksan sıfatlardan beri kemal sıfatlarla muttasıf Allah-u Te’âlâ nebîsi ve habîbine hitaben şöyle buyuruyor: “Ey nebiyyi zîşân, kafirlerle ve münafıklarla harp et. Onlara karşı çok sert (barut gibi) ol.”[9]
Allâh-u Te’âlâ, çok yüce bir ahlâkla vasfettiği Rasûlüne (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kâfirlerle harp edip onlara karşı son derece sert olmakla emir buyurunca bilindi ki kâfirlere karşı katı tutumlu (barut gibi) olmak yüce ahlâka dâhildir. İslâm’ın izzeti küfür ve ehlinin hor hakir tutulmasındadır. Kim küfür ehlini izzetli tutarsa İslâm ehlini hor hakir düşürmüştür. Onları izzetli tutmak elbette onlara tazim etmek ve meclisin başına oturtmaktan ibaret değildir. Bilâkis onları meclise sokmak, onlarla arkadaşlık yapmak ve onlarla kendi lisanlarıyla konuşmak da onları izzetli yapmaya dâhildir. Muhakkak onlara lâyık olan kelpler (köpekler) gibi meclisten uzaklaştırılmalarıdır. Dünyalık maksatlardan herhangi birisi başkaları ile neredeyse elde edilemeyecek şekilde onlarla alakalanır, onlara bağlı olursa o zaman onlara iltifat etmemek ve kıymet vermemek ahlâkını gözeterek zaruret miktarı aralarına karışmak gerekir. İslâm’ın kemali böyle bir maksadı tamamen terk etmekte onlara hiç iltifat etmeyip aralarına karışmamaktadır. Allâh’u Te’âlâ yüce olan kelamında ehl-i küfrü kendisinin düşmanı ve Rasûlünün düşmanı olarak isimlendirmiştir. Allâh’ın düşmanlarının ve Rasûlünün düşmanlarının arasına karışmak cinayetlerin en büyüklerindendir. Bu düşmanların arasına karışmak ve onlarla arkadaşlık yapmanın en az zararı şeriatın ahkâmını yürürlüğe koymak ve küfrün çirkin olan merasimlerini, adetlerini kaldırmak kudretinde bir gevşeklik ve zayıflamanın meydana gelmesidir. Bunun sebebi de onlarla ünsiyet kurmaktan doğan onlardan utanma engelidir. Bu gerçekten çok büyük bir zarardır. Çünki Allâh’ın düşmanlarına sevgi beslemek ve onlarla geçinebilmek Azîz ve Celîl olan Allâh’a düşmanlık ve onun Rasûlüne düşmanlığa çeker götürür. Çoğu kere insan kendini ehl-i islâmdan zanneder, Allâh’a ve Rasûlüne îman ettiğine inanır. Ancak bilmez ki bu gibi çirkin ameller ondan İslâm devletini tamamen alır götürür. Nefsimizin şerlerinden ve amellerimizin kötü olanlarından Allâh’a (Celle Celâluhû) sığınırız.
“Düşmanımı seviyorsun sonra zannediyorsun ki seni seviyorum, akıl senden ne kadar da uzaktır.”
Bu Allâh’ın rahmetinden kovulmuş din düşmanlarının bütün meşguliyeti İslâm’la alay etmek, İslâm ehlini maskaralığa almaktır. Şunu gözetlerler; fırsat bulursalar ya bizi dinden çıkartacaklar ya da bizi toptan öldüreceklerdir. Ehl-i İslâm’a da utanmak ve kıskanç olmak gerekir. Çünkü harp îmandandır. İslâmî kıskançlık zaruridir. ”
En netice İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin yozlaşma, dünyevileşme ve modernleşme hastalığının teşhisinde tespit ettiği; kişinin nefsinin, ulemanın ve umerânın tesirleri ve bunların ıslahı, tedavisi Mektûbât’ın sair kısımlarında da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Bize düşen büyükleri anlamak, onlarla beraber olmaktır; Büyüklerle beraber hiçbir işte zorluk yoktur.
Vesselam…
Dipnotlar
[1] Müslim, Ebû Davud ve ibni Mace Ebû Hureyre’den rivayet ettiler.
[2] 1. Cild, 52. Mektub
[3] 1.Cild, 9.Mektub
[4] 2. Cild, 50. Mektub
[5] Ve o günkü tespitleri bugünkü Müslümanlar hakkında da aynen geçerlidir. Seksenli yılların başlarında, memleketin sağ sol kavgalarından henüz kurtulmuştu. Zamanımızın manevi hastalıklarının tabibi Efendi Hazretlerimizin (Kuddise Sirruhû) yanına sol görüşlü bir genci getirirler. O genç sorar:
-Efendim neden bizim dinimiz haktır? Neden mağlup olduk? Neden yıkıldık?
Cevap olarak şöyle buyururlar:
-İki şeyden. Birincisi; padişahlar saraya indi yerleşti. İkincisi (parmakları ile parayı işaret ederek) âlimler buna göre konuştular.
[6] Bu ibareler hususu ile memleketimizin bir asır önceki halini nasıl da ifade ediyor (istiklal mahkemeleri, ulemanın idam edilmesi vs.)
[7] İbni Asâkir, hadis-i şerifi, Ebû Hureyre (Radiyallâhu Anh)dan tahriç etmiştir. Ayrıca Taberâni, Sağirinde, Beyhakî Şuabu’l-Îmânında, ibni Adî ve Hâkim Müstedrekinde farklı lafızlarla rivayet ettiler.
[8] Mücâdele Sûresi:17-18
[9] Tevbe Sûresi:73