Allah Te‘âlâ’nın subûtî olarak ifade edilen sıfatları, zât için var olan zâid özellikler olup zâtla kaim sıfatlardır. Bunlara hakikî sıfatlar da denilir. Bu sıfatlar, zâtla kaim olmaları yönünden sübûtî, zâtla kaim mevcut bir özellik olmaları yönünden ise hakikî ismini alırlar. Bu sıfatlar; hayat, ilim, irade, kudret, semi‘ (duymak), basar (görmek), kelâm ve tekvîn olmak üzere sekiz tanedir.
Bunlara zâttan başka ama zâtla kaim özellikler olmaları yönüyle zâid sıfatlar da denilir. Çünkü Allah Te‘âlâ kudretiyle kâdirdir. Diğer tüm sıfatlarda da aynı durum söz konusudur. Yani Allah Te‘âlâ’nın eşyaya tesiri zâtıyla değil, sıfatlarıyladır.
Allah Te‘âlâ Kelâm Sıfatıyla Muttasıftır
Allah Teâ‘lâ kelâm sıfatıyla muttasıftır. Bu sıfat Allah Te‘âlâ’nın zâtıyla kaimdir.
﴾وَكَلَّمَ اللّٰهُ مُوسٰى تَكْل۪يمًاۚ…﴿
«Muhakkak ki Allah, Mûsâ ile konuştu.»[1]
Yani Allah Te‘âlâ, zâtıyla kaim olan kadîm bir kelâm sıfatıyla mütekellimdir. Bu sıfat, Allah Te‘âlâ’dan hiç ayrılmaz. Bütün peygamberler, Allah Te‘âlâ’dan aldıkları emir ve nehiyleri insanlara bildirmişlerdir. Hiç şüphe yok ki bunlar kelâmın kısımlarındandır. İşte Allah Te‘âlâ bu kelâm sıfatıyla emreder, nehyeder (yasaklar); haber verir, sorar ve cevap verir. Zâtıyla kaim olan, kadîm olan bu kelâm sıfatına, zâtıyla kaim olduğu için “kelâm-ı nefsî” denir.
“Kelâm-ı nefsî”; harf, ses veya lâfız kabilinden olmayıp, Arapça, İbranice gibi lisan kabilinden de değildir. Bizimle ve Cibril (Aleyhisselam) ile kaim olan kelâmlar böyledir ve mahlûkturlar. Allah Te‘âlâ’nın kelâmı ise kesinlikle bunlardan münezzeh ve gayr-ı mahlûktur. Yani sonradan yaratılmamıştır.
Zihinlerimizde ezberlemiş olduğumuz, Mushaflarda okuduğumuz hatta Levh-i Mahfuz’dan birinci kat semaya daha sonra da Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in kalbine vahyedilene Kur’ân denmesi “kelâm-i nefsî” manasında değildir. Yani bunlar, Allah Te‘âlâ’nın zâtıyla kaim olan “kelâm-ı nefsî”si değillerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Mahlûk Olduğunu İddia Etmek Küfürdür
Kur’ân, Tevrat, İncil ve Zebur, hepsi de Allah Te‘âlâ’nın kelâmıdır. Allah Te‘âlâ‘nın zâtıyla kaim kelâmıdırlar. Mahlûk değillerdir. Bunlardan birinin mahlûk olduğunu iddia etmek, küfürdür.
“Kelâm-ı Nefsî bu dünyada işitilebilir mi?” suâli, kelâm âlimlerini uzun zaman meşgul etmiştir. Ehl-i Sünnet kelamcıları bu hususta ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâturîdî (Rahimehullâh): “Ses kabilinden olmayan bir şeyin işitilmesi mümkün değildir. Allah Te‘âlâ’nın ‘kelâm-ı nefsî’si de ses kabilinden olmadığı için işitilemez” demiştir.
Allah Te‘âlâ, Mûsâ (Aleyhisselâm) ile Tûr-i Sînâ dağında konuşmuştur. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in açık ifadesiyle sabittir. Bu âyet-i kerîmenin tefsiri sadedinde İmam Mâturîdî (Rahimehullâh) şöyle der: “Allah Te‘âlâ, Mûsâ (Aleyhisselâm) ile vasıta aracılığıyla konuştu. Mûsâ (Aleyhisselâm), Allah Te‘âlâ’nın kelâmını ağaçtan gelen bir ses olarak işitmiştir. İşitmiş olduğu ses hâdistir. Bu ses, ‘kelâm-ı nefsî’nin âdet dışı taallûk ettiği bir muabbiridir. Mûsâ (Aleyhisselâm)a ‘Kelîmullâh’ denilmesi, Allah Te‘âlâ’nın kelâmını vahiy ve melek aracılığıyla değil de âdet dışı bir şekilde aldığı içindir.”
Eş‘arîler ise anlatılanın aksine, “kelâm-ı nefsî”nin işitilebileceğini ve Mûsâ (Aleyhisselâm)ın bizzat “kelâm-ı nefsî”yi vasıtasız işittiğini iddia etmişlerdir. Onlara göre; var olan bir şey, nasıl görülebiliyorsa, aynı şekilde işitilebilir olması gerekir. Allah Te‘âlâ en doğruyu bilendir.
Allah Te‘âlâ’nın kelâmı ezelisi Allah Te‘âlâ’nın zamandan münezzeh olmasından dolayı mâzî, hâl, istikbâl olmaz. Ancak bu zamanlarla sıfatlanması, taallukları itibarıyladır. Yani bu zamanları ifade eden sığaların kullanılması, kullarına taalluk ettiği için ve bizim anlamamız içindir.
Mesela;
﴾…اِنَّٓا اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِهِ﴿
«Biz Nûh’u kavmine elçi olarak gönderdik.»[2]
Âyet-i kerîmesinde verilen haber, ezelde Allah Te‘âlâ’nın zâtıyla mutlak olarak, yani zaman olmaksızın kaimdir. Dolayısıyla bu haber, ilelebet mevcut olduğu gibi, ezelidir de. Haber insanlara ulaştırılmadan önce ona delâlet edecek lâfızdan tabir edilecek olsaydı, “Biz Nûh’u kavmine elçi olarak göndereceğiz” şeklinde tabir edilecekti. İnsanlara ulaştırıldıktan sonra ise, “Biz Nûh’u kavmine elçi olarak gönderdik” şeklinde tabir edilmesi uygun düşmüştür. Değişim, delâlet eden lâfızlardadır. Yoksa, Allah Te‘âlâ’nın zâtıyla kaim olan haberinde, yani “kelâm-i nefsî”sinde değildir. Olamaz da!..
Detaylı malûmat için bkz. İsmailağa Fıkıh Kurulu, Ehl-i Sünnet Akâidi, s. 33-35.
Dipnotlar