“Nihayet (inkâr edenlerden) birine ölüm gelince, “Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım” der. Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.”[1]
Berzah Ne Demektir?
Sözlükte “iki şey arasındaki engel” manasına gelen ‘berzah’ kelimesi, eski bir coğrafî terim olarak “bir kara parçasının iki deniz arasında kalan dar kısmı (kıstak)” anlamında da kullanılmıştır. İslam dininde ise “ölümle başlayıp yeniden diriltilmeye (el-ba‘su bade’l mevt) kadar sürecek olan ara dönem, dünya ile âhiret arasında, kabirdeki hayatı da kapsayan âlem manasında kullanılır. Berzahın çoğulu olan “berâzih” ile meydana gelen berâzihu’l-îmân terkibi, meşhur vesvese hadisinde şek ve yakın arasındaki mertebeleri ifade etmektedir.[2]
Kur’ân-ı Kerîm’de Berzah
Berzah kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde geçer. Bunlardan ikisinde (el-Furkān 53 ve er-Rahmân 19-20) Allah’ın yüce kudretinin bir delili olarak “biri tatlı diğeri tuzlu iki ayrı denizin birbirine karışmasını önleyen engel” anlamındadır. Diğerinde ise -yazımızın girişinde meâlini verdiğimiz- (el-Mü’minun 99-100) insanların ölümlerinden yeniden diriltilmelerine kadar sürecek olan ara dönem şeklinde kullanılmıştır. Söz konusu ayette, ölümle yüz yüze gelen inançsızların pişmanlık duyarak hayatta iken yapmaya bir türlü yanaşmadıkları kulluk görevlerini yerine getirmek için dünyaya geri döndürülmeyi isteyecekleri, ancak bunun asla gerçekleşmeyecek bir talep olduğu bildirilmekte, onların bu son günleriyle ahiretin fiilen vuku bulması arasında bir berzah (kabir) hayatının mevcut olduğu beyan edilmektedir.
İmam Kurtubî (Rahimehullah) berzah kelimesinin farklı manalarını naklettikten sonra şu iki açıklamaya yer veriyor: “Berzah, dünya ile ahiret arasında, bunları birbirinden ayıran bir ara yerdir, ölenler bu berzaha girerler. İmam Şa’bî (Rahimehullah)ın yanında biri ‘Filan öldü’ deyince Şa’bî ‘O, berzah halkından oldu, o ne dünyadandır ne de ahiretten’ dedi.”[3] Ölüm, insanın berzah alemine geçişidir. Bu âlem, yeryüzündeki her mekâna ve tüm zamanlara eşit mesafededir. İnsan, dünyanın hangi bölgesinde her ne şekilde ölürse ölsün, suda boğularak veya Müslüman olmayanların yaptığı gibi cesedi yakılıp külleri havaya savrulsun derhal berzah âlemine intikal eder. Hayat, dediğimiz gerçek sadece dünya hayatından ibaret değildir, Allah Teala katında gerçek hayat ise ahiret hayatıdır. “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!”[4]
Berzah âlemi ile ilgili bize bilgi veren güvenilir haberlerden anlıyoruz ki, içinde yaşadığımız hayatın boyutları, ölçüleri ve algı sistemiyle berzah alemininkileri birbiriyle örtüşmüyor. Biz “hayat” denince sadece dünya hayatını anlıyoruz oysa dünya hayatı zaman ve mekanla sınırlı, uyku, nefes alma, yeme-içme gibi birtakım özellikleri, kalıpları olan bir yaşantıdan ibaret. Algılarımız da bu dünyanın kalıplarıyla sınırlı. Dolayısıyla berzah alemini dünya hayatıyla aynı şekilde olduğunu var saymak ve aynı ölçülerle değerlendirmek yanlış olur. Hazret-i Katâde (Radıyallâhu Anh) der ki: “Bize nakledildiğine göre; salih kulların kabri yetmiş zira’ genişletilir ve taptaze nimetlerle doldurulur. Yeniden dirilinceye kadar böyle lûtuf ve ihsanlar içinde olur.”[5] Burada anlatılan kabrin genişlemesi bizim anladığımız manada fiziki bir genişleme değildir, yani 2 m² olan kabrin yüzölçümü 10 kat genişlemez, biz kabirlerin bu şekilde genişlemediğini kabristanlarda müşahede ediyoruz, buradaki “kabrin genişlemesi”nden maksat berzah aleminde meydana gelen, oraya mahsus bir gelişmedir.
Berzah âlemine bir yönüyle kabir âlemi denilebilirse de aralarında şöyle bir fark vardır: Kabir, cesedin gömüldüğü yer iken, berzah ruhun gönderildiği mekân, intikal ettiği âlemdir. Bizler, berzaha göçmüş insanları kendi âlemlerinde ziyaret edemediğimizden buna alamet olmak üzere kabirlerini ziyaret etmekteyiz. Bununla birlikte o ruhların belli zamanlarda (Cuma, Arefe günleri gibi) kabirleriyle ilgileri ve ziyaretçilerini bizzat görmeleri de söz konusudur. Berzah alemindeki ruhun, cesedin (kemiklerin) bulunduğu kabir ile bir çeşit bağlantısı vardır.
Berzah Aleminin Özellikleri
Kur’an-ı Kerim’i bize getiren ve bildiren Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) berzah ve kabir alemini de ayrıntılı olarak bize şöyle bildirmiştir:
1) Berzah alemindeki ruhların o aleme özel bir hayatları vardır; bu hayatlar ruh sahibinin imanlı olup olmamasına göre farklılık arz eder. Ayrıca imanlılarında hayatı, kendi derecelerine göre çeşit çeşit olur. Peygamberlerin (aleyhimu’s selam) özel berzah hayatı vardır. Bu durumu Rabbimiz şöyle bildiriyor: “Fakat (ölen kimse), (Allah’a) yakın kılınanlardan ise, artık (ona) bir rahatlık, güzel kokulu bir rızık ve Naîm Cenneti vardır. Eğer (ölen) Ashâb-ı Yemînden ise, bunun üzerine (kendisine): ‘Sana Ashâb-ı Yemînden selâm olsun!’ (Denilecektir.) Ama o (ölen) sapık yalanlayıcılardan ise artık (ona da) kaynar sudan bir ağırlama ve alevli bir ateşe (Cehenneme) atılmak vardır.”
İmam Ebu-l-Muîn en-Nesefî (Rahimehullah) “Bahru’l Kelâm” isimli eserinin “Berzahta Ruhların Mekânı” bölümünde şöyle diyor: “Ruhlar dört türlüdür: Peygamberlerin ruhları ki, cesedinden çıkar, misk ve kâfur gibi güzel kokulu cesedinin şekline girer. Cennette olur. Yer, içer, rızıklanır, geceleyin de Arşa asılı kandillerin içinde barınır. Şehitlerin ruhları ki, cesetlerinden çıkar, cennette yeşil kuşlar içinde olurlar, yer, içer, nimetlenirler. Müminlerden ehl-i itaat olan ruhlar cennet etrafında olurlar. Yemez, içmez, faydalanmazlar, fakat cennete bakmakla istifade ederler. Müminlerden ehl-i isyan ruhları ise gök ve yer arasında bir mekânda olurlar. Kâfirlerin ruhları ise onlar, Siccin denilen yerin yedinci katının dibinde siyah kuşlar içindedirler. Cesetleriyle ilişkileri vardır, tıpkı güneş gökte iken ışığının yerde ulaşması gibi…”[6]
2) Berzah alemindeki ruhun, cesedinin konulduğu kabir ile bir çeşit bağı, bağlantısı vardır; muteber hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ölen kişinin defnedildikten sonra kabri başındakilerin ayak seslerini işittiğini bildirir.[7] Kabristana girince selam vermemizi ve kabrini ziyaret ettiğimiz kişiye selam vermemizi salık verir (Müslim, Cenâiz, 104; İbn Mâce, Cenâiz, 36).
3) Kabirde bir çeşit azabın olacağı gerçektir, haktır, bu kabir azabı ahiret azabından farklı bir azaptır; bu konu dergimizin bu sayısında ayrıca işlenecektir.
4) Kabirde nimetlere nail olmak vardır, haktır: Fânî dünya hayatını Allah’ın emirleri istikâmetinde yaşayarak ebedî saâdet sermayesi hâline getirebilen salih mü’minler, kabirde Allah Teâlâ’nın bildiği ve dilediği şekilde nimetlere nail olacaklardır. Nitekim Atâ el-Horasânî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allâh’ın kuluna en fazla merhamet ettiği vakit, kabre konup yakınlarının kendisinden ayrıldığı andır.”[8]
Mü’minin kabrinde nâil olacağı nimetler hususunda şunları söylemek mümkündür: Mü’minin kabri genişletilir, Mü’mine Cennet’teki makâmı gösterilir. Peygamberler ve şehitler ise hemen Cennet rızıklarıyla merzuk olmaya başlarlar. Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) peygamberlerin kabirlerinde canlı olup orada namaz kıldıklarını haber vermiştir. İsrâ ve Mîrac esnâsında Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Îsâ ve Hazret-i İbrahim (Aleyhimüssselâm)ı namaz kılarken gördüğünü, namaz vakti gelince peygamberlere imam olup cemaatle namaz kıldırdığını beyan buyurmuşlardır.[9] Mü’minlerden de bu lûtfa mazhar olanlar vardır. Nitekim Şeyban b. Cisr, babasından şöyle nakleder: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederek söyleyeyim ki; (Hazret-i Enes’e 40 sene talebelik yapmış olan) Sâbit el-Bünânî’yi kabrine ben koymuştum. Yanımda Humeyd et-Tavîl -veya başka biri- vardı. Kabrin üstünü tuğlayla örmüştük. O esnada bir tuğla düşüverdi. Bir de ne göreyim; Sâbit, kabrinde namaz kılıyordu. Yanımdakine: “Baksana!” dedim. O da: “Sus!” dedi. Kabrini düzeltip işimizi bitirince rahmetli Sâbit’ in kızına gittik: “Baban hayatta en çok hangi ameli işlerdi?” diye sorduk: “Ne gördünüz?” diye sordu. Gördüklerimizi anlattık. Bunun üzerine Sâbit’ in kızı şunları söyledi: “Babam elli senedir gece kalkıp teheccüd namazı kılar. Seher vakti olunca dua eder ve şöyle derdi: Allah’ım! Kullarından birine kabirde namaz kılma imkânı bahşettiysen, bunu bana da ihsan eyle!..”[10]
Vefat eden bir kimsenin artık herhangi bir mükellefiyeti kalmadığı hâlde peygamberlerin ve bazı sâlih kulların kıldıkları bu namaz Allah’a ibadet aşkından kaynaklanan ve mânevî bir zevkle edâ edilen bir namazdır. Zira hakkıyla kılınan bir namaz en büyük nimetlerdendir. Kabir nîmetlerinin bir diğeri de hayatta iken Kur’ân ile meşgûliyetin bir neticesi olarak tecellî edecektir. Hasan-ı Basrî hazretleri şöyle der: “Bana ulaşan habere göre, bir mü’min (çok arzu ettiği hâlde) Kur’ân’ı ezberleyemeden vefat ederse hafaza meleklerine emredilir de Kur’ân’ı ona kabrinde ezberletirler. Böylece kıyamet günü Allah Teâlâ onu Kur’ân ehliyle haşr eder.”[11] Rivayet edildiğine göre, seher vakti Sâbit el-Bünânî’nin kabrinin yanından geçenler oradan Kur’ân okunduğunu işitmişlerdir.[12] Benim köyümde (Eskişehir- Alpu İlçesi- Bozan Mahallesi) bulunan türbeden de Kur’an seslerinin duyulduğunu anlatanlar şu an hayattadır.
5) Berzah- kabir aleminde zaman mefhumu yoktur: bir insan kabrine hangi yaşta konulduysa o yaşı sabit kalacaktır, mesela bebekken ölenler yine bebek olarak kalacaktır.[13]
Ya Rabbi! Hepimize hayırlı uzun ömürler ihsan et, ölümü bize rahatlık eyle, berzah aleminde hayırlı rızıklar, nimetler nasip eyle, âmin.
Dipnotlar
[1] el-Mü’minun, 99- 100.
[2] – İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, (el-Mektebetü’l-İslâmî, 1383) “berzah” md.
[3] – M. el-Kurtubî, Kitâbü’t-Tezkira (Riyad: Mektebeü Dârü’l-Minhâc, 1425), s. 476
[4] el-Ankebut, 64.
[5] Müslim, Kitâbü’l-Cennet, 70 (2870).
[6] Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm (Dımeşk: Mektebetü Dârü’l-Farfûr, 1421), s. 254.
[7] Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70.
[8] Kurtubî, et-Tezkire, s. 345.
[9] Müslim, Îmân, 278.
[10] Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 2/ 319; Beyhaki, Şu‘abü’l-İmân, 4/ 519.
[11] İ. H. Bursevî, Rûhu’l-Beyân (Beyrut: Dâru İhyai’t-Turâsi’l-İslâmî, trhsz), 2/ 271 [Nisâ, 100]
[12] Ebû Nuaym, el-Hilye, 2/ 322.
[13] M. Eş-Şa‘râvî, el-Hayâtu ve’l-Mevtu (Kahire: Ahbâru’l-Yevm, trhsz), s. 54.