Silsile-i Aliyye’nin (Kaddesallâhu Esrârahum) altıncı altın halkası Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî[1] (Kuddise Sirruhû) Hazretleridir. Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin tasavvufta nisbeti üveysî yolla Mevlânâ Ca‘fer es-Sâdık (Radıyallâhu Anh) Hazretlerindendir. Kendisinden sonra da yüce Nakşibendiyye yolu Ebu’l-Hasan el-Harakânî (Kuddise Sirruhû) Hazretleriyle devam etmiştir.[2] Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) zamanının kutbu, evliyanın reisiydi. Dünyadan ve maddeden tamamen uzak bir mürşid-i kâmildi.
İsmi, Künyesi ve Şemâili
Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin ismi Tayfur ibni İsa ibni Sürûşân’dır. Künyesi Ebû Yezîd şeklinde olup “Sultânu’l-Ârifîn” lakabıyla meşhurdur.[3] Doğduğu yer olan Bestâm’a nisbetle kendisine “Bestâmî” denilmiştir. Bazı kaynaklarda “Büyük Bâyezîd” denmesinin sebebi büyük kardeşi Âdem ibni İsa’nın torunu olan Tayfur ibni İsa ibni Âdem (Kuddise Sirruhû) ile ayırt edilebilmesi içindir.[4] Nitekim onun için de “Küçük Bâyezîd” denilmiştir. Önceki büyükler Hazreti Şeyh’in (Kuddise Sirruhû) ismine isnâd ederek onun yoluna “Tayfûriyye” ismini vermişlerdir.[5]
Şemâil-i Silsile-i Nakşibendiyye’de Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin şemâili şöyle zikredilir: “Mübarek teni beyaz, sakalı seyrek, boyu uzun idi. Şemâili, Hazreti Ebû Bekir (Radıyallahu Anh)ın şemâiline benzerdi.”[6]
Dünyaya Gelişi, Çocukluğu ve Ailesi
Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) hicrî 160 (m. 776) veya 188 (m. 803) yılında İran’ın Horasan eyaletine bağlı Bestâm kasabasında dünyaya gelmiştir.[7] Zühdü ile maruf olan babasının toplam beş çocuğu içerisinde erkeklerin ortancası olan Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin dedesi Sürûşân da İranlı bir mecusiyken Müslüman olmuştur.[8] Diğer erkek kardeşlerinden küçüğünün ismi Ali, büyüğününki ise Âdem’dir.[9] Ailesinin hemen hepsi ibâdete düşkün, sâlih kimselerdi. Kaynaklarda zikredildiğine göre, Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) henüz annesinin karnındayken kendisinden harikulâde olaylar zuhur ediyordu. Öyle ki, annesi şüpheli bir şeyi ağzına götürecek olsa onu bırakana kadar annesinin karnına vurduğu nakledilmektedir.
Rivâyet edilmiştir ki, Şakîk-i Belhî (Kuddise Sirruhû) Bestâm’dan hacca gidecekti. Orada bulunan mescidlerden birinde sohbet meclisi kurdu ve konuşmaya başladı. Aralarında Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû)nun bulunduğu birkaç çocuk kapının önünde oyun oynuyorlardı. Ara sıra kapıdan bakıp Şakîk-i Belhî (Kuddise Sirruhû)nun sohbetini dinliyorlardı. Bir ara Şakîk-i Belhî (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurdu: “Bu çocuk yakın zamanda velî bir zat olur.” Dediği gibi de oldu. Çocukluğunu ve gençliğini Rabbine kullukla geçiren Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Allah Te‘âlâ’ya ulaşma yollarında çok büyük mânevî yollar katetti.[10]
Annesine Olan Hürmeti ve Gençliği
Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) küçük yaştan itibaren şer‘î ilimleri öğrenmek üzere medreseye gitti. Derslerine büyük bir özenle devam ederken bir gün okuduğu âyet-i kerîmelerden birinin tesiriyle eve geldi. Annesi neden eve döndüğünü sorunca şöyle cevap verdi: “Bugün derste bir âyet-i kerîme gördüm. Allah (Celle Celâluhû) şöyle buyuruyor: ‘Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Bana’dır.’[11] İşte bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ kendisine ve sana hizmet etmemi emrediyor. Ya benim için dua et ki sana hizmet ve itaat etmek kolay olsun; ya da beni serbest bırak hep Allah Te‘âlâ’ya kulluk yapayım.” Bunun üzerine annesi: “Seni Allah Te‘âlâ’ya emânet ettim; sen hep ona kulluk et!” dedi. Bundan sonra Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) kendini Allah Te‘âlâ’ya verdi ve ona ittati hiç terketmedi. Annesine hizmet görevini de ihmal etmedi. Öyle ki, annesinin en ufak bir arzusunu yerine getirmek için tüm gayretini gösterirdi.[12] Nakledildiğine göre elinde olmadan iki kere annesinin isteğini yerine getirememişti. Bundan dolayı çok zarar gördüğünü, ilkinde düşüp burnunun ezildiğini, ikincisinde de ayağının kayarak düştüğünü aktarmıştır.
Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) gençlik çağlarında feyiz ve cezbeyle dolu bir talebeydi. Ancak bazen yaptığı ibadetten zevk alamıyordu ve kendisini Rabbine bihakkın itaat etmekten alıkoyan bir şey olduğunu düşünüyordu. Bir keresinde annesine şöyle dedi: “Anneciğim, bana küçükken haram bir şey yedirdin mi? Böyle bir şey hatırlıyor musun?” İyice düşünen annesi: “Evlâdım, tek şey hatırlıyorum. Sen henüz küçükken komşuya oturmaya gitmiştik. Ağlama başladın, ne yaptıysam susmadın. Seni sakinleştirmek için ocaktaki tarhanadan komşuya sormaksızın alıp sana vermiştim.” cevabını verdi. Bunun üzerine annesinden, o kadından helâllik istemesini rica etti; annesi helâllik istedikten sonra o hâl kendisinden zail oldu.
Nakledilir ki, bir gün Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) dersteyken hocası kendisinden raftan bir kitap getirmesini rica etti. “Hangi raftaki kitabı istiyorsunuz hocam?” dedi. Hocası: “Evlâdım, kaç senedir medreseye gelip gidiyorsun. Sınıfta oturduğun yerin üst tarafında bulunan rafı kastediyorum” deyince şöyle dedi: “Efendim, kıymetli sohbetinizi dinleme konusundaki edebe riayet etmeye çalıştığımdan dolayı şimdiye kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim.” Bunun üzerine hocası: “Öyleyse senin işin tamamdır. Şimdi artık Bestâm’a dönüp bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin” dedi.
Sohbetleri ve Sözleri
Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) şöyle anlatır: “Bir zamanlar çok ibadet yapan zahidlerle birlikteydim; onların içindeyken hiç ilerleyemedim. Bir müddet mücahidlerle birlikte kaldım; orada da ilerleyemedim. Bir süre de namaz kılanlarla birlikte kaldım; burada da ilerleme göremeyince Allah Te‘âlâ’ya şöyle niyazda bulundum: ‘Yâ Rab! Sana hangi yolla ulaşılır?’ Sonra şöyle işittim: ‘Nefsini bırak ve gel!”
Zünnûn el-Mısrî (Kuddise Sirruhû), Hazreti Şeyh’e bir mektup yazdı ve şöyle dedi: “Uyumak daha ne zamana kadar devam edecek, ne zamana kadar dinlenme ve rahatlık sürecek? Kafile gitti!” Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) mektubu getiren zata şöyle buyurdu: “Kardeşime şu cümlelerimi ulaştır: Kafile ile giden insan er değildir. Gerçek er sabaha kadar uyuyup kendisini konağın önünde bulandır.” Haberi alan Zünnûn el-Mısrî (Kuddise Sirruhû) şöyle dedi: “Ona mübarek olsun. Bu, öyle bir sözdür ki biz bu hâlimizle onu anlamaktan aciziz.”[13]
En meşhur müridlerinden olan Ebû Musa ed-Dübeylî (Kuddise Sirruhû) şöyle anlatır: Yıllarca Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû)nun sohbetinde bulundum. Bu süre içerisinde çok nadiren yanı üzere uzandığını görmüşümdür. Çoğu zaman da yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kılardı. Bir gün sordum: “Efendim! Zahir ve bâtının sadık olduğunun alâmeti nedir?” Şöyle buyurdu: “Allah Te‘âlâ’ya kulluk yapıp O’nun emirlerini yerine getirmektir. Şunu bil ki, Allah Te‘âlâ’ya kavuşmanın güzelliğini anlamaktan ve anlatmaktan daha güzel bir şey yoktur.” Son cümlesi şu âyet-i kerîmeyi hatırımıza getiriyordu: “Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha güzeldir?”[14]
Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine sordular: “Bu kadar mânevî dereceleri nasıl elde ettin?” Şu cevabı verdi: “Önce dünyalık topladım. Sonra onları kanaat ipiyle bağlayıp sadakat mancınığına koydum. Sonra da ümitsizlik deryasına attım. Böylece maddiyatın bana vereceği ümitler kaybolup gitti. Bundan sonra ilâhî huzuru buldum.”
Sordular: “Allah Te‘âlâ Hazretlerine nasıl ulaşabiliriz?” Şöyle cevap verdi: “O’nun emirlerini yerine getirerek ulaşabilirsiniz. Bunun yolu da gerçek samimiyeti elde etmektir.”
Kendisine şöyle soruldu: “İnsan ne zaman ulular derecesine erişir?” Bu soruyu şöyle buyurarak cevapladı: “Kendi kusurlarını görüp, onları düzelttiği zaman!”
Birisi Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine: “Öyle bir (manevî) içki içtim ki artık asla susuzluk çekmem.” deyince Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû) ona şöyle buyurdu: “Bu yolun erleri (Allah aşkının) denizini içip bitirir de yine susuzluktan dili sarkar; ‘daha yok mu?’ derler.”[15]
Ebu’l-Hasen el-Hanzelî demiştir ki: “Tasavvuf hakkında Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin verdiği cevap ve tariften daha şifalısını bulamadım. Bir gece kendisini rüyada gördüm ve sordum: ‘Tasavvuf nedir?’ Bu sorumu şöyle cevapladı: ‘Kemerleri sıkmak (aç kalmak) ve dizginini çekmektir (şehvete sahip olmaktır).”
Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurmuştur: “Ey Rabbim! Acayip olan benim seni sevmem değildir. Nitekim ben fakir bir kulum. Taaccübe şayan olan senin beni sevmendir. Çünkü sen her şeyin sahibisin!”[16]
“Kişinin Müslüman kardeşine saygılı olmasından daha kolay ne vardır? Ona hürmet edip hakkını korumak ne kadar iyidir. Ona kin beslemek ve saygısız davranmak ise ne kadar da zararlıdır. Bu yol kimseye fazilet kapısını açmamış, kimseyi muvaffak etmemiştir.”
“Zâhid o kimsedir ki, bir anda düşüncesini Cenâb-ı Hakk’a çevirir ve onunla kalır. Sonra da nazarını başkasına çevirmez.”
“Allah Teâlâ bana çok nimet bahşeyledi. Onlardan birisi de şudur: Halk için cehennem ateşinde yanmayı göze alacak kadar onlara acırım. Birisi de şudur: Bugünden yarına hiç dünyalık bırakmam.”
“Bir kimse ibadeti bırakmazsa şu ikisi de onu bırakmaz: İşlediği günahlardan dolayı korkuya kapılır ve işlediği salih ameller onu kendisini beğenmesine itmez.”
“İsterdim ki Allah Teâlâ dünyayı tek bir lokma yapıp bana versin; ben de onu bir köpeğin önüne atayım; böylece insanlar ondan kurtulmuş olsun!”
“Gafletten daha kötüsü yoktur. Göz açıp kapatıncaya kadar bile Allah’ı unutmak ateşte yanmaktan daha beterdir.”
“Arifin alâmeti üçtür: Yemeği, bulduğu şeydir. Evi, vardığı yerdir. İşi ise ancak Rabbisiyledir.”
“Bir kimsenin Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetinin gerçek olup olmadığı şu üç hasletle anlaşılır: Deniz gibi cömert olması, güneş gibi şefkatli olması ve toprak gibi mütevazı olması.”
“Açlık bir buluttur. Kul aç kaldıkça kalbinden hikmetler yağar.”
“Allah Teâlâ’nın nimetleri her an herkese yağar. O hâlde her an ona şükretmek lazımdır.”
“Nefis dünyayı, ruh ise ahireti sever. Marifet duygusu sadece Allah’a yönelmekten hoşnut olur. Kişide nefis baskın olursa o kişi silinir, gider. Ruh baskın olursa müctehid imamlardan olur. Marifet baskın olursa o kişi muttakîler ve imamlar arasında bulunur.”
“Dilini Allah Teâlâ’nın ismini anmaktan başka şeyleri söylemekten muhafaza et. Nefsini her daim hesaba çek. İlme gayret göster ve edebini muhafaza et. İnsanların haklarını gözet; ibadetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhametli ve halim ol. Sana Allah’ı unutturacak her şeyden uzak dur.”[17]
Bazı Kerâmetleri ve Yüksek Hâlleri
Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin birçok kerameti vardı. Fakat o keramete hiçbir zaman değer vermez ve istikameti en büyük keramet olarak görürdü. Bir keresinde yanına birisi geldi ve şöyle dedi: “Efendim, duyduğuma göre siz havada uçuyormuşsunuz; bu doğru mudur?” Şöyle cevap verdi: “Bunda şaşılacak ne vardır? Bir kuş pislik yer, havada da uçar. Ama bir mümin kuştan daha üstündür.”[18]
Yahya ibni Muâz şöyle anlatır: “Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû)yu müşahede hâlindeyken görmüştüm. Sanki suya batmış gibiydi. Çenesi göğsünde, gözleri de bir yere odaklanmıştı. Yatsıdan seher vaktine kadar böylece durdu. Sonra secdeye kapandı ve uzun müddet secdeye devam etti. Sonra oturarak şu duayı yaptı: “Allahım! Senden isteyenlere suda yürümeyi, havada uçmayı, uzaktakileri görmeyi verdin. Ben bunların hiçbirini istemem; sana sığınırım.”[19]
Rivayet edildiğine göre birgün Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû)nun evinde bir kandil yaktılar. Yanındakilere şöyle buyurdu: “Bu kandil ne hikmetse benim içimi daraltıyor.” Durumu anlayan müridleri şöyle dediler: “Efendim! Bakkaldan bir seferlik yağ getirmek için emanet olarak bir şişe almıştık. Ancak onunla iki sefer yağ getirdik.” Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Derhal o bakkala gidin ve durumu bildirerek helâlleşin.” Bu talebini yerine getirdiklerinde Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû)nun iç sıkıntısı geçti.
Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinden içinde bulunduğu manevi sarhoşluğu (sekir) sebebiyle anlaşılması güç cümleler ve hâller sadır olmuştur. Ebû Ali el-Cûzcânî (Kuddise Sirruhû) şöyle demiştir: “Şeyh Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû)yu kendi hâline bırakınız. Nitekim o bu sözleri sekir hâlindeyken söylemiştir. Onun makamına nefisle mücahede etmeden çıkılamaz. O makama çıkan bu sözlerden maksadını anlayabilir. Hangimiz nefsiyle onun gibi mücadele edebilir ki?”[20] Allâme İbn Hacer el-Askalânî şöyle der: “Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) hakkında çok şeyler söylenmiştir. Fakat onun hali bambaşkadır. Onu gönül deryasıyla baş başa bırakmak en doğrusudur.”[21] Ancak Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû) bazı şathiyeleri sebebiyle onlara anlam veremeyen insanlar tarafından defalarca memleketinden uzaklaştırılmıştır. Her uzaklaştırılmasının ardından ise insanların başlarına çeşitli musibetler gelmiştir.
Bir gün müridleri Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine: “Efendim, filan yerde büyük bir zat bulunmaktadır. Fazilet ehli birisidir” dediler. “Madem öyle birisi vardır, ziyaretine gitmemiz gerekir” buyurdu. Müridleriyle birlikte o zatın bulunduğu yere geldiler. Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû) , kendisinden bahsedilen zatın kıbleye karşı yere tükürdüğünü gördü. Bunun üzerine görüşmekten vazgeçip derhal geriye döndü. Sonra şöyle buyurdu: “Dinin hükümlerini yerine getirmede, sünnet-i seniyyeye uymada ve edepte zayıf olan birisine keramet sahibi denmez. Böyle birisinin veli bir kul olması mümkün değildir.”
Nakledildiğine göre Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri bir gün yanındakilere şöyle dedi: “Kalbimi kaybettim! Eve bakın bakalım, kalbim orada mıdır?” Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû)nun ne demek istediğini anlayamayan müridleri onun emrine imtisalen eve gittiler. Hazreti Şeyh (Kuddise Sirruhû) onların “aradık ama bulamadık” demelerini bekliyordu. Nihayet müridlerden birisi elinde bir salkım üzümle huzuruna geldi. Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri onu bu hâlde görünce şöyle buyurdu: “Evimiz bakkal dükkânına dönmüş!” O bir salkım üzümü de sadaka olarak verdi ve şöyle buyurdu: “Şimdi kalbimi buldum.”[22]
Bir keresinde Hazreti Şeyh’e (Kuddise Sirruhû) sordular: “Efendim size zamanın gavsı diyorlar, doğru mudur?” Şu cevabı verdi: “Her şehrin bir valisi vardır, bundan dolayı sayıları çoktur. Ama müminlerin emiri olan halife bir tanedir. Bir kimse eline asasını alsa ve şu gördüğün kaleyi fethetmek için yola koyulsa, sonra halife olduğunu iddia etse ona istediği makam verilir mi? Bu, isyan olarak görülür ve o kişi öldürülür. Elbette müminlerin emiri olan kişi halife olmaya devam eder.” Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin bu sözleri sonradan anlaşıldı. Nitekim gerçekten de böye bir adam çıktı ve kaleyi zaptetti. Kısa süre sonra adam öldürüldü. Ebû Yezîd el-Bestâmî (Kuddise Sirruhû) devrinin kutbu, zamanın gavsıydı.
Vefatı
Mevlânâ Ebû Yezîd el-Bestâmi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri hicrî 234 (m. 848) yılında Bestâm’da vefat etmiştir.[23] Vefatına yakın mübarek dilinden şu kelimeler dökülmüştür: “Ey Rabbim! Seni gafletsiz hiç zikredemedim; sana tam manasıyla ibadet edemedim!”[24]
Dipnotlar
[1] Kaynakların birçoğunda “Bistâmî” şeklinde geçmektedir. Şu anda da yerleşim yerinin ismi bu şekilde kullanılmaktadır. Kullanımları için Bkz. el-Hamevî, Yâkût, Mu‘cemü’l-Büldân, Dâru Sâdir, Beyrut, I/421; el-Bağdâdî, Abdülmümin b. Abdülhak, Merâsıdü’l-İttilâ‘, Dâru’l-Cîl, Beyrut, I/196; el-Bekrî, Abdullah, Mu‘cemü me’stü‘cim, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, I/250 vd.
[2] el-Kazvînî, Muhammed b. Hüseyin, Silsilenâme-i Hâcegân-ı Nakşibend, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 1381, vr. 4a; Câmî, Mevlânâ Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns, trc. Lâmi‘î Çelebî, s. 109.
[3] Dara Şükuh, Sefînetü’l-Evliyâ, Kanpur, s. 73.
[4] ez-Ziriklî, Hayruddîn b. Mahmûd, el-A‘lâm, Dâru’l-‘İlm, 15. Baskı, 2002, III/235.
[5] el-Fârûkî, Muhammed Fadlullah, Umdetü’l-Makâmât, Hakikat Kit., İstanbul 2014, s. 53.
[6] en-Nakşibendî, Ahmed b. Süleyman, Şemâil-i Silsile-i Nakşibendiyye, M. Ü. İ. F. Kütüphanesi, nr. 770-2, vr. 23b.
[7] Hocazâde, Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliyâ, İstanbul 1318, s. 4. Bazı kaynaklarda doğum tarihi olarak 234 (m. 848), 261 (m. 875) ve 131 (m. 748) gibi tarihler geçmektedir.
[8] el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1. Baskı, s. 33.
[9] el-Hüseynî, Muhammed ‘Îd Abdullah Ya‘kûb, es-Silsiletü’z-Zehebiyye fî Menâkıbi’s-Sâdeti’n-Nakşibendiyye, Dâru’l-Fârâbî, Dımaşk 2004, s. 94.
[10] el-Hânî, Abdülmecîd b. Muhammed, el-Hadâiku’l-Verdiyye, thk. Muhammed Hâlid el-Harse, Dâru’l-Beyrûtî, 1. Baskı, Dımaşk 1997, s. 334.
[11] Lokmân Sûresi:14.
[12] Attâr, Ferîdüddîn, Tezkiretü’l-Evliyâ zeyli, trc. Süleyman Uludağ, s. 4.
[13] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 313.
[14] Fussilet Sûresi:33.
[15] İbnü’l-Mülakkin, Tabakâtü’l-Evliyâ, I/67.
[16] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, X/34; İbnü’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve, Dâru’l-Marife, Beyrut, IV/109.
[17] el-Hüseynî, Muhammed ‘Îd Abdullah Ya‘kûb, es-Silsiletü’z-Zehebiyye fî Menâkıbi’s-Sâdeti’n-Nakşibendiyye, Dâru’l-Fârâbî, Dımaşk 2004, 108-113; Necip Fazıl, Başbuğ Velîlerden, Büyük Doğu Yay., 11. Baskı, İstanbul 2009, s. 38-40; el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 312-328.
[18] ez-Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Dâru’l-Hadîs, Kahire, XIII/86; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, X/35.
[19] ez-Zehebî, Mîzânü’l-İ‘tidâl, Dâru’l-Marife, Beyrut, II/346.
[20] eş-Şa‘rânî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Mısır, I/66.
[21] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 310.
[22] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 310.
[23] Vefat tarihiyle alakalı farklı tarihler de verilmektedir. Bunlardan ikisi h. 261 ve 264’tür. İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-A‘yân, Dâru Sâdir, Beyrut, II/531; es-Sıfdî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, Dâru İhyâi’t-Turâs, Beyrut, XVI/295.
[24] Câmî, Nefahâtü’l-Üns, trc. Lâmi‘î Çelebî, s. 115; el-Fârûkî, Umdetü’l-Makâmât, s. 54; el-Kevserî, İrğâmü’l-Merîd, s. 34.