Büyük bir sevinç içinde bir sonraki yeni yılı bekliyoruz. Büyük bir şevkle Rabbimizden yeni bir yıla daha çıkmayı ümit ederken biz, her yıl aynı arzu ve iştiyakla gelecek bekliyoruz. Bu günler, bizim yeni bir dünyayı inşa etmek için İslam medeniyetine hicret etmemizin müjdecisi. Sahi başka bir yıl daha yaklaşıyor değil mi? Belki de ilk satırlarımızı okuyanlar, bizi sorgulamayı yeğlediler. Lakin hatırlatmak isteriz ki, yeni yıl dediğimizde aklımıza farklı bir şey geliyorsa başkasını değil kendimizi sorgulamayı tercih etmeliyiz.
Yaşadığımız her gün ömür sermayemize gün ekleniyor. Elbette sevincimiz bundan. Buz satan satıcının sermayesi eridiği gibi ömür sermayemiz de anbean akreple yelkovanın kıskacında tükeniyor. Saate her bakışımızda zaman bize şunu gösteriyor: “Vakit sandığından da geç!” Sahi ya vakit sandığımızdan da geç değil mi? Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: “Asra yemin olsun ki insanlık gerçekten hüsran ve ziyandadır.”[1]
Yani insanlık, yapacakları için gecikmektedir. Oysa vakit geçmeden ve zaman, bize bu gecikme haberini acı bir şekilde vermeden önce hatırlamaya değer şeyleri zihinde canlı tutmakta fayda var.
Yılbaşı Aslında Nedir?
Evet Christmas/Noel geldi, geçti. Tahrif edilmiş Hristiyanlık öğretisinde kutsal kabul edilen gün kutlandı. Elbette Müslüman toplumun inancı gereği benimsemediği ve kutlamadığı bir gün. Yaşadığımız coğrafyada Müslümanların çoğu böyle bir günü kutlamaz, bunun da ötesinde böyle bir günün varlığını da pek fazla önemsemez. Lakin yeni yıl denildiğinde önce bizim medeniyetimizin başlangıç tarihini hatırlamak yerine miladi yılı hatırlanır ve iyi dilek temennilerinde bulunulur. Lakin yılbaşı da Hristiyanlarca Hazreti İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen gündür. “Noel” denilen bu yortu/bayramı Katolik ve Protestanlar 25 Aralık’ta, Ortodokslar ise 6 Ocak’ta kutlamaktadırlar. Daha sonraları Aziz Joannes Khrysostomas ve Nazianzoslu Aziz Gregorios’un çalışmalarıyla aradaki fark kaldırılarak yılın ilk gününde kutlanmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bizim yılbaşı dediğimiz gün, Hristiyanlık öğretisini temel alan bir içtihatla tespit edilen ve kararlaştırılan bir bayramdır.
Oysa unutmamak gerekir ki Allah Teâlâ, bizim bu tür kutlamalar karşısındaki tavrımızı bizzat kendisi şu ifadelerle belirlemiştir:
“Yine anılan o iyi kullar, asılsız şeylere şahitlik etmezler; boş ve mânasız davranışlarla karşılaştıklarında onurluca çekip giderler.”[2]
Asılsız Şeyler…
Nitekim tabiin döneminin büyük müfessiri Mücahid (Rahmetullâhi Aleyh), âyette “Asılsız şeyler…” olarak nitelenen şeylerin müşriklerin bayram günleri olduğunu söyler. Yine İbn Sîrîn (Rahmetullâhi Aleyh), bu ayetin tefsirine dair; bahsedilen asılsız şeylerin Hristiyanların bayram günleri olduğunu belirtir. İşte bize düşen İslam’ın onuruna sahip çıkmak ve hakikat sancağı ile kendi medeniyetimiz burcumuzda İslam ve Müslümanlık davasını muhafaza etmektir.
Nitekim Yüce Rabbimiz, bizim günlerimizi takdis etmiş ve geçmişte birçok topluma bahşetmediği eşref vakitlerini bize ikram etmiştir. Nitekim bayramlarımız, kandillerimiz ve İslam medeniyetimizin başladığı hicri yeni yılımız bu günlerdendir.
Ayrıca Allah Resulü (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, bu tür asılsız ve uydurulmuş günlere karşılık Allah’ın, bize pek mukaddes iki ayrı bayramı bahşettiğini bizzat ifade etmiştir. Lakin gelgelim, bizimkilerin gözleri acem illerin ufuklarını gözler, zihinleri acemlere rabıta eder. Unutmamak gerekir ki, bu takdir-i ilahidir: “Siz kendinizden öncekilerin yoluna karış karış, kulaç-kulaç aynen uyacaksınız. Hatta onlar bir keler deliğine girseler, siz de onları takip etmeye çalışacaksınız!”[3]
Asırlar öncesinden kulağa çalınan bu acı haber elbette haktır ve günden güne kader ufkundan kaza sahasına tecelli etmektedir. Lakin bize düşen görev koşu bittikten sonra da ufka koşan atlar misali, arş burçlarında İslam sancağını dalgalandırmak ve ilahi takdire perestiş olmaktır.
Ya Rabbi! Biz, davana sahip çıkanlara da senin garip davana sırt dönenlere de şahidiz; bizi şahitler zümresine yaz Allah’ım! Amin.
Dipnotlar
[1] Bkz. Asr Sûresi: 1-2.
[2] Bkz. Furkân Sûresi: 72.
[3] Bkz. et-Tâc, 1/43; Mişkâtü’l-Mesâbîh, Hadis no: 5361.