Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hakîkî vârisleri olan Silsile-i Aliyye büyükleri (Kaddesallâhu Esrârahum) İslâm’ın nûrunu dünyanın dört bir yanına yaydılar. Bu uğurda büyük bir gayretle diyardan diyara rıhleler (ilmî seyahatler) yaptılar. Kınayanın kınamasına aldırmadan, üzerlerinde bulunan vazifeyi îfâ için her türlü fedakârlıkta bulundular.
Silsile-i Aliyye’nin 32. halkası olan Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri de irşâd yolunda önemli hizmetlerde bulunmuş, insanların hidâyetine vesile olmuş büyük Allah Dostlarından ve hidâyet imamlarındandır. Kesintisiz silsile yoluyla bağlı bulunduğu Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sünnetini her şeyin önünde tutmuş, hayatın istisnasız her alanında ona ittibayı, saadetlerin en büyüğü kabul etmiş büyük müttakî bir velîdir.
Osmanlı Şehirlerinden Biri Olarak Yanya
Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Yanya’da, Arnavut bir ailede dünyaya gelmiştir. Bunu kendisi Risâle-i Kudsiyye’de şu beyitlerle haber verir:
İlâhî Mustafa İsmet ki ismim,
Zuhûru Yanya’da oldu bu cismim,
Musavverdir Senin Levh’inde azmim,
Aman garket visâl-i bahre resmim,
Bu resmim mahvolup Hakk’a gidelim,
Cemâl-i bâ kemâle seyridelim
Sultan 2. Murâd Hân devrinde fethedilen Yanya, Arnavutluk sınırına yakın bir şehir olması hasebiyle Arnavut Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bir yerdir. Fethinin ardından yaklaşık 450 sene kadar Müslümanların hâkimiyetinde kaldıktan sonra, Balkan savaşları esnasında 1913 senesinde kaybedilmiş ve Yunanistan’ın yönetimi altına girmiştir.
Yanya, Osmanlı devrinde önemli ve büyük bir şehirdi. Bölge, şer‘î mahkemelerin bulunduğu, şeriata göre hükmedilen ve insanların sünnete uygun şekilde yaşadıkları bir saadet merkeziydi. Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, henüz genç yaşlarında bulunduğu sıralarda Yanya Mahkeme-i Şeriyye kâtipliği vazifesinde bulunmuştur. Şehirde, “Yanyavî” nisbesiyle anılan, bölgede farklı devirlerde yetişmiş ulemânın da hâl tercümelerinden anlaşıldığı kadarıyla bilhassa müftüler ve kadıları başta olmak üzere, her dönemde büyük âlimler bulunmuştur. Bölgede yetişenler bu âlimler vesilesiyle, İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde bulunan büyük medreselere girmeden evvel, İslâmî ilimler alanında iyi düzeyde bir eğitim alma imkânı bulmuşlardır.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin Şemâili
Allah dostlarını tasavvur etmek, gerek kabir ve türbe ziyâretleri esnasında, gerekse de umûmî olarak fazîletli bir iştir. Dünya gözüyle görmenin nasip olmadığı zâtları tasavvur edebilmek, onların şemâline bağlıdır. Bu sebeple, Allah dostlarının hâl tercümeleri kaleme alınırken onların şemâiline özellikle yer verilir. Allah dostları, parlak aynalar gibidirler. Kendilerinde bulunan nûru, hakkıyla talep eden kimselere yansıtırlar. Şemâilinden yola çıkarak velîleri tasavvur eden kimse, onların bu hususiyeti vesilesiyle güzel ahlâkından ve mânevî bereketlerinden istifade eder.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, orta boylu idi. Nahif bir vücuda sahip olup âzâları birbiriyle son derece uyumlu idi. Teni buğday rengi olup nûrlu ve güzel bir yüze sahipti. Burnunun orta yeri yüksekçe; kaşları, gözleri, kirpikleri ve sakalları siyahtı. Gür olan sakallarının birkaç teline, vefât ettiği sırada henüz ak düşmüş idi.
Mevlânâ Abdullâh el-Mücâvir fî Beledillâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’ne İntisâbı
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ehlullâha âşık bir zât idi. Gönlünde büyük boşluk hissediyor, kuvvetlice zuhur eden aşk ateşinin yaktığı gönlünün kıblesini bulmayı arzu ediyordu. Bu aşkın kuvveti kendisini, binlerce kilometre öteye, şehirlerin anası olan Mekke-i Mükerreme’ye götürdü.
Ardında yüzlerce halîfe bırakarak yeryüzünü tarîkat-ı aliyyenin nûruyla dolduran ve sayısız beldenin ilâhî aşk ile yoğrulmasına vesile olan büyük âlim ve büyük velî Mevlânâ Abdullâh el-Mücâvir fî Beledillâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, onun gönlünün kıblesi oldu. Kendisine intisâb ederek yedi sene boyunca, Ebû Kubeys dağında bulunan dergâhında, sohbetlerle olgunlaştı, seyr-i sülûk yolunda aşılması gereken mertebeleri birer birer kat etti ve hizmetlerinin tamamladıktan sonra Nakşibendîyye yolundan hilâfetle müşerref oldu.
Mevlânâ Abdullâh el-Mücâvir fî Beledillâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin büyük ve Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nden daha kıdemli halîfesi Süleymân el-Kırîmî (Kuddise Sirruhû) onun, en büyük dostu idi.
Süleymân el-Kırîmî (Kuddise Sirruhû) ile birlikte Tâif’e doğru sefere çıktılar. Yol boyunca ilerlerken Süleyman el-Kırîmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin devesi olduğu yere birden çöküverdi. Devenin herhangi bir yorgunluğu ve rahatsızlığı olmaksızın sebepsiz yere çökmesi, olağandışı bir durumun haberi olarak algılandı ve Süleyman el-Kırîmî Hazretleri devenin bu tavrının, büyük mürşid Mevlânâ Abdullâh el-Mücâvir fî Beledillâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin vefâtına işâret olduğunu beyân ederek: “Sultânımız vefât etti. Mekke’nin hizmeti de bana verildi” buyurdu.
Yolculuklarını yarıda keserek geri dönmek üzere derhal yola koyuldular ve Mekke-i Mükerreme’ye ulaştıklarında işâretin isabetli olduğunu anladılar. Mevlânâ Abdullâh el-Mücâvir fî Beledillâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri vefât etmişti. Süleyman el-Kırîmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, şeyhinin hilâfet verirken buyurduğu gibi, dergâhın irşâd hizmetlerini üstlendi ve postnişin olarak vazifeyi üstlendi.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Risâle-i Kudsiyye’de, Şeyh Süleyman el-Kırîmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nden şöyle bahsetmiştir:
Husûsa Mekke’de eş-Şeyh Süleyman
Oluptur nâib-i menâb gavs-ı irfân
Bu gavsın tut elini Hakk’a gidelim
Cemâl-i bâ kemâle seyridelim
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, şeyhinin âhirete irtihâlinin ardından, önce memleketi olan Yanya’ya döndü. Burada bir süre kaldıktan sonra Osmanlı’nın bir dönem başşehri, İslâm büyüklerinin ve padişahların ikametgâhı olan Edirne’ye intikal ederek buraya yerleşti ve Sultan Camii’nde irşâda başladı.
İzdivâcı ve Evlâtları
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, ileride kendisinden hilâfetle müşerref kılınacak Hüseyin Kudsî Efendinin kerimesi ile izdivaç eyledi. Bu evlilikten; Nimetullâh, Hâfız, Ferdi, Bahâuddîn adlı dört oğlu ve Nakşiye, Sıddıka adlı iki kızı dünyaya geldi.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Edirne’de irşâd vazifesinde bulunduğu dönemde büyük bir bereket hâsıl oldu. Kendisine intisâb edenlerin sayısı hızla arttı ve büyüklüğü, payitaht olan İstanbul’a kadar ulaştı. İstanbul’daki mürîdânının sayısı hızla arttı, devlet ricâlinden kimseler ve Sultan Abdülmecid Hân, kendisine intisâb ettiler. İstanbul’daki müridânı onun, İstanbul’a gelmesini çok istediler. İhvânın ısrarı ve görülen lüzum üzerine İstanbul’a gelen Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, kayınpederinin satın almış olduğu eve yerleşerek Kocamustafapaşa semtinde irşâda başladı.
Büyük Şeyh Efendi
Nakşibendiyye Tarîkatı, Orta Asya’da büyümüş ve gelişmiş, Anadolu’ya daha sonraları intikal etmiş bir tarîkattır. Bu mukaddes yolun İstanbul’a intikali konusunda Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin yeri çok mühimdir. Tarîkat-ı Aliyye’yi İstanbul’a getirdiği için Efendi Babamız Ali Haydar Ahıshavî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri onun: “Büyük Şeyh Efendi” olarak anılmasını emir buyurmuş ve onun devrinden itibaren Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri bu şekilde anılagelmiştir.
Sultan Abdülmecid Hân’ın, Büyük Şeyh Efendi’ye İntisâbı
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin Edirne’den İstanbul’a kadar yayılan irşâd nûru, devlet erkânının ve dahî devrin Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid Hân’ın da dikkatini çekmişti. Yalnızca Allah Te‘âlâ’nın rızâsına erişmeyi gaye edinen ve dünyaya kıymet vermeyenlerin ayağına dünyanın serileceği hakikati, açık bir şekilde tekrar tecelli etmiş ve bu büyük padişah, Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’ne intisâb etmişti.
Sultan Abdülmecid Hân hatm-i hâcegâna iştirak ederdi. Vefâtında cenâze namazını Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin kıldırmasını istemiş ve kabrinin yakınlarında hatm-i hâcegân yapılmasını vasiyet etmişti. Mürîdân bu vasiyete, Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin vefâtına kadar riayet etti.
Devlet Büyüklerine Duâ Etmek Nakşibendî Büyüklerinin Âdâbındandır
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, Risâle-i Kudsiyye’de şöyle buyurmuştur:
Duâ-yı padişahla cümle ihvân,
Olurlar hep müdavim leyl-ü rûzân,
Zevâl bulmaz cihân durdukça ey cân,
Bu şehinşâh-ı cihân Abdülmecid Hân,
Gönülle yardım et Hakk’a gidelim,
Cemâli bâ kemâle seyridelim.
Nakşibendî büyükleri, İslâm’a hizmet edenlerin daima yanında olmuş ve onları desteklemiştir. Bu konuda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat i‘tikādı ve yolu üzere olanlar arasında herhangi bir fark gözetmeksizin hepsinin duâcısı olmuşlardır. Devlet erkânının ve sultânların varlığı, aynı zamanda milletin varlığı ve dîn-i mübîn-i İslâm’ın, o yönetimin altında bulunan yerdeki bekâsı anlamına gelir. Bu sebeple İslâm’a hizmet edenlere, devlet erkânına ve padişaha duâ etmek, tarîkatın âdâbı arasında yer alır. Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri bu konuda çok hassas davranmış ve Risâle-i Kudsiyye adlı nadide manzûm eserinde bu hassasiyetini önemle vurgulamış, bizlere de öğütte bulunmuştur.
Halîfelerine Verdiği Unvanlar ve Ğarîbullâh Unvanı
Dostları lakapla çağırmak, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sünnetlerindendir. Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri de bu sünnete uygun olarak halîfelerine lakap takmış; Halil Efendi’ye Nurullah, Mehmet Efendi’ye Bahrullah, Hüseyin ve Şerif Efendiler’e Kudsî lakaplarını verirken kendisi de Ğarîbullâh (Allah’ın Garibi) lakabıyla lakaplanmıştır.
Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bir hadîs-i şerîflerinde: “Şüphe yok ki iman ğarib başlamıştır, başladığı gibi ğârîb hale dönecektir. Ne mutlu o günde insanlar bozulduklarında (sağlam kalanlara) ve sünnetimden bozduklarını ıslah edecek olan ğarîblere.”[1] buyurmuştur.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Risâle-i Kudsiyye’nin ilk beytinin bir mısraında: “Ğarîbiz kimsemiz yoktur diyelim…” buyurmak suretiyle “ğarîb” ifadesinin hakîkî mânâsına atıf yapmıştır. Bu mânânın îzâhı sadedinde Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimiz şöyle buyurmuştur:
“Garip: Kimsesiz, zavallı ve vatanından uzak demektir. Biz garip değiliz; oğlumuz var, kızımız var derseniz, peki kabirde kimimiz var? Mesela bir şiddetli zelzele olsa, kızın da oğlun da hepsi bir anda gider.”
“Bizler kolay aldanıyoruz. Aslında hepimiz birer garibiz. Nasıl mı garibiz? Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin şu dörtlüğü bize bunu açıklar:
“Ruhun mebdei (başlangıcı), Allah’ın Arş’ının nurundandır. Yerin toprağı ise cismin aslı ve vatanıdır. Ruh gurbettedir, cisim (beden) vatanındandır. O hâlde (Yâ Rab!) Garip, mahzun ve vatanından uzak olan ruha merhamet et.”
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri (Kuddise Sirruhû) Mesnevî isimli eserinin ilk beyitlerinde şöyle buyuruyor: “Dinle neyden nasıl hikâye etmede. Ayrılıklardan şikâyet etmede.” Neyden maksat: ârif olan insandır. Ruhanî âlemden ayrılıp dünyada bulunmasından şikâyet etmektedir.
“Kamışlıktan beni kestiklerinden beri. Benim feryadımdan erkek ve kadın ağlayıcıdır.” Kamışlıktan maksat: Ruhlar âlemidir.
“Ârif olan der ki: ‘Mevlâ Te‘âlâ Hazretleri sünnetullâh gereği beni âlem-i ervahtan ayırarak dünyaya gönderdiğinden beri sesimden ve figanımdan kadın ve erkek ağlar.”
Ney, ayrıldığı kamışlığı istiyor da oraya dönmek için feryad ediyor. Hani biz niye feryad etmiyoruz? Çünkü biz dünyayı sevdik. Allah (Celle Celâluhû) kurtarsın…
[Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimizden iktibâs sona erdi.]
“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin de cennetidir.”[2] hadîs-i şerifindeki mahpusluk hâli de bu ayrılığa delâlet etmektedir.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin hayatı ve hizmetleri de bu hadîs-i şerîflere ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin îzâh ettiği duruma uygun olmuş, ömrü sünnetin ıslahı yolunda geçmiştir. Hidâyetin ışığı onunla ve sayıları altmış kadar olduğu belirtilen; Tokat, Bursa, Bandırma ve Rumeli başta olmak üzere, muhtelif bölgelere irşâd için dağılmış olan halifeleri yoluyla daha da geniş bir çevreye erişmiştir.
İsmet Efendi Tekkesi ve Haziresi
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin irşâdının bereketi üzerine merkezî bir tekke zarûreti hâsıl olunca bir arazi arayışı başladı ve satışa çıkarılmış olan, tekkenin günümüzde bulunduğu araziye talip olundu. Araziyi aynı zamanda Rumlar da kilisenin müştemilâtını inşa etmek üzere satın almak istiyorlardı. Arazi sahibi hassasiyet sahibi biriydi ve: “Benim araziyi kiliseye satmak yerine az bir bedel karşılığında tekkeye vermem, hayırlı olandır. Zira burası tekke olur ve burada Allah Te‘âlâ’nın ism-i şerîfini kıyâmete dek zikredenlerin ecrinden ve mükâfatından hissedâr olurum” düşüncesiyle hareket ederek arazisini, kilisenin cazip tekliflerine rağmen az bir bedel karşılığında tekkeye sattı.
Arazinin satın alınmasını müteakip inşaata derhal başlandı ve inşaatın tamamlanmasının ardından Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri irşâd hizmetlerini bir süre burada devam ettirdi. Bu süre uzun olmadı. Zira Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri tekke inşa edildiğinde sarf ettiği: “Tekkeyi buldunuz ama şeyhi kaybettiniz” ifşaatına uygun olarak altı ay kadar sonra, 1289 senesi Zilhicce ayının 16’sında vefât etti ve tekkenin avlusuna defnedildi. Ardında altmış kadar halîfe bırakan Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin defnedildiği bölüm, yanına daha başka şahsiyetlerin de defnedilmesiyle, hazîre hâlini aldı.
Hazîrede Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ile beraber; halifelerinden Hacı Nurullâh Efendi, Muhammed Şerif Efendi, devrin Dâhiliye Nâzırı Memduh Efendi, kayınpederi Şeyh Hüseyin Efendi medfun bulunmaktadır. Yozgatlı Miralay Muhammed Ârif Efendi, Hûzur-u Hümâyun hocalarından ve aynı zamanda Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin ihvânından olan Ahmed Hulûsi Efendi, büyük kadılardan Tikveşli Süleyman Remzi Efendi ve Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin oğlu Abdullah Bahauddin gibi pek kıymetli zevât da yine bu hazirede medfûn bulunmaktadırlar.
Dergâhını Ziyâret Edenlere Müjdesi
Allah Dostlarını ziyâret etmek, büyük bereket ve kazanımlara vesiledir. Onlara muhabbet beslemek, hâl akışını sağlayarak kalbden kalbe mânevî bir köprü kurulmasını sağlar. Bir velî muhibbanını, Allah Te‘âlâ’nın müsaadesi nispetince yalnız bırakmaz. İzin verildiği takdirde kabirde ve âhiret hayatının safhalarında ona şefaatçi olur.
Onları hayat üzere iken ziyâret etmek güzel bir amel olduğu gibi, vefâtlarının ardından kabirlerini ziyâret etmek de güzel ve faydalıdır. Dolayısıyla onları ziyâret konusunda istifade açısından hayatta olmaları veya vefât etmiş olmaları arasında herhangi bir fark yoktur.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri bu sırra binâen: “Allah (Celle Celâluhû) bana vaadetti. Dergâhımın kapısından bir defa muhabbetle bakanı dahi unutmayacağım ve kıyâmet gününde ona şefaat edeceğim” buyurarak ziyâretçilerini müjdelemiştir.
Bu müjdenin bereketine delâlet eden bir hâdise anlatılır:
“Vaktiyle Ortaköy’de oturan bir Arnavut her gün kalkar, yaya olarak tekkeye gelir, bahçede meşgul olur, akşamüzeri gene yaya olarak geri dönermiş. Ömrü tamama erip ecel vaki olduğunda kızı, bu zâtı rüyasında görüp halini sormuş. Arnavut: ‘Merak etme kızım. Burada şeyh efendiler beni yanlarına aldılar. Rahatım gayet iyidir’ diye cevaplamış.”
Tekkenin Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nden Sonraki Ahvâli
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri sağlığında, tekkeyi bahçesiyle beraber vakfetmişti. Vakfiyenin tesciline ise ömrü vefat etmemiş, vefâtının ardından varisleri arazi üzerinde hak iddia etmiş ve taksim etmeye kalkışmışlardı. Bu durum, Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin pâk zevcesi vâlidemizi rahatsız etti. “Ben, Efendimin vasiyetini asla zayi ettirmem” diyen annemiz imkânlarını seferber ederek vârisleri râzı etti ve tekkenin bu şekilde günümüze kadar muhafazasına da vesile oldu.
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin Oğlu Abdullah Bahauddin
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin, tekkenin haziresinde medfûn bulunan oğlu Bahauddin’in sünnete son derece ittiba hâlinde, nâfile ibadetlere pek düşkün bir çocuk olduğu ve Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin onun hakkında: “Şayet bu çocuk yaşarsa çok büyük bir kimse olur” buyurduğu belirtilir. Fakat Bahauddin, küçük yaşta vefât etmiştir.
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin Menâkıbından
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, sünnet-i seniyyeye uygunluk hasebiyle başını kazıtmayı münasip görür ve tıraşını, berbere giderek ustura ile yaptırırdı.
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri tıraş için berberdedir. Tıraşı tamamlandıktan sonra bir beyoğlu atıyla çıkagelir. Çevredekiler ve berberde bulunanlar saygılarından ötürü ayağa kalkarken Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, gözleri kapalı vaziyette sükûnetini muhafaza eder. Bu durum Beyoğlu’nun dikkatini çeker ve hiddetlenir; Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin henüz kazınmış olan başına eliyle vurarak: “Bu kabağı mı tıraş ediyorsun” deyip kendince alay eder. Berber, Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’ne saygı duymasına rağmen Beyoğlu’ndan korktuğundan, herhangi bir şey söyleyemez ve yutkunur. Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, bu haddi aşan harekete rağmen herhangi bir tepki göstermez ve sükût hâlini muhafazaya devam eder.
Mekândan ayrılmak isteyen Beyoğlu hışımla berberden çıkıp atına binmek üzere atın üstüne zıpladığı anda atın huysuzlanması ve ani bir şekilde hareket etmesi sebebiyle diğer taraftan kafa üstü yere çakılır ve aldığı darbenin etkisiyle gözleri yerinden fırlayacak gibi olur. Etraftakiler endişeli ve şaşkın bakışlar eşliğinde berbere dönerek: “Neler oluyor!” diye suâl ederek hayretlerini belirtirler. Berber de: “Kabağa sorun, kabağa!” şeklinde manidar bir cevapla Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’ni işaret eder.
Hâdiseye şahit olanlar Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nden Beyoğlu’nu affetmesini talep ederler. Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri sükûnet ve vakarla onlara: “Bunu ben yapmış değilim. Ama bu kabağın bir sahibi var! Bu hareket galiba onun pek hoşuna gitmedi” diyerek Allah Dostlarına yapılan kötülüklerin ve nahoşlukların, Gayretullâh’a dokunacağı hakikatini hatırlatır.
Hoca Olmadığına Sevin
Kayınpederi Hüseyin Kudsî Efendi, kendisine intisâb ettiğinde Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri buyurdu ki: “Hoca (âlim) olmadığına sevin!” Hüseyin Kudsî Efendi bu söze bir anlam veremedi. Zaman geçti; Hüseyin Kudsî Efendi seyr-i sülûkte epeyce mesafe kat ettikten sonra Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri bu sefer: “Şimdi de hoca olmadığına üzül!” buyurdu. Hüseyin Kudsî Efendi, buna da bir anlam veremedi. Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri açıkladı: “Tarîkata intisâb etmeden önce ilmi, insanı yanıltabilir. Kibir ya da gurura sevk ederek bu yoldan çevirebilir. İntisâb ettikten sonra da seyr-i sülûkün bazı safhalarında kişinin niyetine olumsuz etki edebilir. Bu durumlarda kişinin ilim sahibi olmaması kendi lehine olabilir. Ancak kişi belli bir mesafe kat ettikten sonra ilim sahibi olması ona büyük faydalar sağlar ve bu yolda irşâd vazifesi yapabilmek için ilim sahibi olmak zarûrîdir.”
Fânî Dünyanın Ahvâlini ve Makam Sahibi Olmanın Tehlikesini Beyân
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, devrin devlet erkânının ve padişahının kendisine intisap etmiş olmasına rağmen, Allah Te‘âlâ’nın rızasından başka bir gayenin bulunmadığı bir kalp ile fânî zevklerin bir arada bulunması mümkün olmadığından, dünya mevkilerine itibar etmedi. Onun bu hâliyle ilgili şöyle bir hikâye nakledilir…
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri zaman zaman Sultan Abdülmecid Hân tarafından saraya ikrâma davet edilirdi. Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ne zaman saraya yemeğe gitse, ekmekleri yer gibi yaparak koynuna doldururdu.
Davetlerden birinde bu durumu mecliste bulunanlardan biri fark etti ve padişaha bildirdi. Bunun üzerine Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri sofradan bir parça ekmek alarak avuçlarının içinde sıktı ve ekmekten kan damladığı görüldü. Bu hareketiyle anlatmayı murâd ettiği konu, dünya malının tehlikesi ve makam yükseldikçe yüklenilen sorumluluğun ağırlığı ve çetinliğiydi.
Fazîlet ve İlhâm Kaynağı Müstesna Bir Başyapıt: Risâle-i Kudsiyye
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri Edirne’de iken 1271 senesi Muharrem-ı Şerîf ayının 11. gecesinde murâkabe esnasında kendisine bir zuhûrat vâki oldu. Risâle-i Kudsiyye’nin yazımı bu zuhurâtla gelen ilham ile o gece başladı.
Sene bin iki yüz yetmiş bir idi,
Muharremden dahî gün on bir idi,
Budur gâlib o günlerden biri idi,
Gece idi gönülde dert bir idi,
Dediler gel azîz Hakk’a gidelim,
Cemâli bâ kemâle seyr idelim.[3]
Risâle-i Kudsiyye, mânevî yolun inceliklerini anlatan, vecizelerle süslü, mısralarla bezeli müstesna bir eserdir. Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin o güne dek şiirle ilgilenmiş biri olmayışı, bu manzum eserin bir kerâmetin bereketi olduğunu açıkça ortaya koyan bir durumdur. Gelen mânevî heyetin, bu eserin sonraki nesillere feyz kaynağı bir yadigâr olarak aktarılacağına dair beyitlere geçmiş olan beyânları da bugün bu eserin çokça okunması ve gördüğü teveccühle birlikte düşünüldüğü takdirde, büyük bir önem taşımaktadır.
Mürşidimiz Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri bu eseri bir şükür sebebi ittihâz etmiş, bu eserin büyük bir nimet olduğunu beyân ile şöyle buyurmuştur: “Bu Risâle-i Kudsiyye, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin Mektûbât’ının metni gibidir” buyurmuş, bu eseri sohbetlerinde okumuş ve şerh etmiş, ihvânına da okunmasını tavsiye etmiştir. Efendi Hazretlerimizin (Kuddise Sirruhû) sohbetlerinde bu esere getirmiş olduğu îzâhlar daha sonra cem edilmiş ve kitap hâline getirilmiştir.[4]
Muhtevası yönüyle büyük kıymeti hâiz bulunan eser hakkında Efendi Babamız Ali Haydar Ahıshavî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri: “Dünyada (insanların yazdığı kitaplar arasında) iki kitap vardır ki itiraz kabul etmez. Bunlardan birisi Mesnevi, diğeri ise Risâle-i Kudsiyye’dir. Lâkin Risâle-i Kudsiyye, şer‘î ilimleri ihtivâ etmesi yönünden daha ağırlıklıdır.” buyurmuştur.
Risâle-i Kudsiyye’nin bereketi konusunda Meşâyıh: “Bir derviş, şayet canı sıkılıp kalbi daralsa, Risâle-i Kudsiyye’den bir sahife okuduğunda ona, bi-iznillâh gönül genişliği verilip rahatlar” buyurmuş ve bu durum, sayısız kimseler tarafından tecrübe edilmiştir.
Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimiz Risâle-i Kudsiyye’nin bu husûsiyetini şöyle ifade buyurmuştur:
“Bunu okuyunca insanın içindeki vesveseler gider. İnsanda vesvese olunca dersini yapmakta zorlanır; namazı kılmakta, tesbih çekmekte zorlanır hatta yaşamasında dahi zorlanır.
İşte bu vesveseler giderilince teşvik (heves) ve rağbet (meyil) bulur. Daha önce ders yapmaktan kaçan sâlik, Risâle-i Kudsiyye’yi okuyunca heveslenir. Nasıl yapacağım diye endişelenirken artık şevkle yapmaya başlar.”[5]
Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimiz Risâle-i Kudsiyye’nin yazılmasının asıl sebebinin, Mevlâ Te‘âlâ’ya ulaşmak için tarîkatta kazanılan bütün hâllerin vesilesi râbıta olduğunu beyân etmiş ve bu esere teveccüh etmenin lüzûmunu şu sözleriyle açıklamıştır:
“Risâle-i Kudsiyye ilimdir, siz de o ilmin aktığı ark olun. İlimler sizden aksın ve başkalarına ulaşsın, daha öncekilerden bize geldiği gibi! Şirk ve fitnenin oluğu olmayalım.”[6]
Dipnotlar
[1] Müslim, İman:232; Tirmîzî, Îman:13; İbni Mâce, Fiten:15; Dârimî, Rikāk:42; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, c.l, s.184, 398, c.2, s.222, 389, c.3, s.73
[2] Müslim, Zühd:1
[3] Risâle-i Kudsiyye, 3. Bab, Beyt-16
[4] Eseri temin etmek için tıklayınız.
[5] Mahmud Efendi Hazretleri, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, c.1, s.86
[6] Mahmud Efendi Hazretleri, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, c.1, s.90