Dâvûd-u Tâî (Rahimehullah), tasavvuf yolunun büyüklerinden, zühd ve takvasıyla meşhur bir evliya idi. Tebe-i tâbiîndendir. Doğum tarihi tam olarak belli değildir. Tam ismi, Ebû Süleymân Dâvûd bin Nâsır et-Tâî’dir.
Gençliğinde Kûfe’de Hanefî mezhebinin büyük imamı İmâm A’zam Ebû Hanîfe (Rahimehullah)dan fıkıh ilmi tahsil etmişti. Arapçası çok kuvvetliydi. Kelâmı oldukça fasih konuşurdu ve fikrini savunmakta çok maharetliydi.
Nefsini Susarak Terbiye Etti
Bir gün ilmî münazara sırasında muhatabına sert konuşunca hocası onu ikaz etti. Bir gün Ebû Hanife kendisine dedi ki: Ya Dâvûd, bir âleti; yani ilmi sağlamlaştırdık. Geriye kaldı, onunla amel etmek!
Bunun üzerine evine çekildi. Dâvûd Tâî (Rahimehullah) diyor ki: “Bu söz üzerine uzlete çekilmem hususunda nefsimle mücâdeleye başladım. Nefsime: “Hiçbir meselede konuşmamak şartıyla Ebû Hanife’nin meclislerine devam etmedikçe seni uzlete çekmem, dedim. Kimseyle konuşmamak şartıyla bu meclislere devam ettim. Bir meseleye cevap vermek zorunda kaldığım olurdu. Ben o mesele hakkında konuşmaya, susuz kalmış bir insanın soğuk suya duyduğu istekten daha şiddetli bir arzu duyar, fakat konuşmazdım.” İmâm Âzam Ebû Hanife (Rahimehullah)ın evine gelip ilme devam etmesini ama tartışmalardan kaçınıp daha çok dinleyerek istifade etmesini tavsiye etti. Dâvûd-u Tâî (Rahimehullah) bunun üzerine bir yıl hiç tartışmalara karışmayıp dinleyici oldu. Bu bir yıl içinde konuşmalara karışmamak için sabretmesinin ona çok menfaat kazandırdığını söylemiştir.
İmâm Âzam Ebû Hanife (Rahimehullah)ın yanında zâhirî ilimleri öğrenip hadis ve fıkıh ilminde yüksek seviyelere ulaştığı sıralarda mânevî arayış içine girdi. Hasan Basrî hazretlerinin dizinin dibinde tevbe etmiş bir zahid ve sûfî olan Habîb-i Acemî (Rahimehullah)ın talebesi oldu.
Dâvûd et-Tâî (Rahimehullah) zamanının en fasih konuşanı ve Arapça’yı en iyi bileni, fıkıhta ve re’yde imamların önde gelenlerinden biri olduğu halde kitaplarını Fırat nehrine atarak zühd ve ibadete çekildi.[1]
Uzleti Tercih Eden Velîlerdendi
Habîb-i Acemî (Rahimehullah) gibi o da uzleti ve kanaati tercih etti. Onu zühd ve takva hususunda örnek aldı ve dünyaya hiç önem vermedi. Halktan ve dünyevî işlerden tamamen uzaklaşarak evine kapandı ve sadece namaz vakitlerinde cemaate katıldı.[2]
Tâbiînden birçok zattan istifade etti. Devrinin meşhur evliyalarından Fudayl b. İyâz, Ca‘fer es-Sâdık ve İbrâhim b. Edhem (Rahmetüllahi Aleyhim Ecmaîn) gibi zatlarla arkadaşlık etmiştir.
Babasından kalan mal ile geçimini temin etti. Malını da yoksullarla ve dervişlere dağıtır, kendisi yokluğa sabrederdi. Tasavvufu az yemek, az konuşmak, az uyumak, Allah korkusu ve âhiret endişesiyle çok gözyaşı dökmek olarak tarif etmiştir.
Şüpheli şeylerden çok sakındırdı. Hârûn Reşîd ve diğer makam sahiplerinin hediyelerini kabûl etmezdi. Hicrî 165 yılında Bağdâd’ta vefât ettiği zaman evi virane olmuştu.
Büyük mutasavvıf İmam Kuşeyrî (Rahimehullah) onun yirmi yıl boyunca evinin tavanına bile bakmayacak kadar kalbiyle meşgul olduğunu söylemiştir. Ölümü çok tefekkür ederdi. Kendisine birçok ev kalmasına rağmen hiçbirini tamir ettirmiyor yıkılınca bir diğerine taşınıyordu. “Dünyada harab olmayacak ev var mıdır? Ben Allah Teâlâ ile ahd eyledim, hiç imaretli ev içinde oturmayayım.” Annesi sabaha kadar namaz kıldığı bir gece secdede iken öldüğünü söyler. Vasiyeti: “Beni şehir içine koymayın. Yalnız yerde kabre koyun” demiş ve ölüme hazırlanmak ve böylece ölümü bir bayram gibi karşılamak gerektiğini ifade etmiştir.[3]
Kur’ân-ı Hakîm’in Başında Vefât Etti
Dâvûd et-Tâî (Rahimehullah) Kur’ân-ı Kerîm okurken ruhunu teslim etti. Bazı kaynaklarda, cehennemle ilgili bir âyetin tesirinde kalarak hastalandığı sabaha kadar endişe içinde kıvranıp, sabaha karşı vefat ettiği bildirilmiştir.
Tasavvuf yolunda kendisinden Ma‘rûf-i Kerhî (Rahimehullah) ve ondan da Seriyy es-Sakatî (Rahimehullah) feyz almıştır. Devrinin zahid ve sûfîleri arasında çok muteber olmakla birlikte meşhur olmaktan son derece sakındığı için kabrinin de ıssız bir yerde yapılmasını vasiyet etmiştir.
Dipnotlar
[1] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 7/336; Kuşeyrî, er-Risâle, 123.
[2] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, 7/423-424.
[3] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ.