Silsile-i Aliyye’nin (Kaddesallâhu Esrârahum) beşinci altın halkası Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) hazretleridir. Kendisi Ehl-i Beyt’ten olup nesebi baba tarafından Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh)a, anne tarafından ise Hazreti Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh)a ulaşmaktadır. Manevî nisbetini Mevlânâ Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekir es-Sıddîk (Radıyallâhu Anhum) hazretlerinden almıştır. Kendisinden sonra yüce Nakşibendiyye yolu Mevlânâ Bâyezîd-i Bestâmî (Kuddise Sirruhû) hazretleriyle devam etmiştir.
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) ilmi, zühdü ve takvası ile zamanının en önemli şahsiyetlerinden, tabiîn devrinin en yüce isimlerindendi. Allah Teâlâ onun gönlüne ibadet ve itaat aşkını yerleştirmişti. Nübüvvet ve sıddîkiyet makamlarına varisti. Zamanındaki birçok önemli şahsiyetlerle görüştü ve onları derinden etkiledi. Hanefî mezhebinin imamı olan İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (Rahimehullâh) onun derslerinden ve sohbetlerinden çok istifade etti. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (Radıyallâhu Anh) şöyle demiştir: “Ca‘fer b. Muhammed’den daha âlim birini görmedim.”[1] Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) zâhirî ve bâtınî ilimlerde olduğu gibi fen ilimlerinde de mâhirdi. Cebir ve kimya alanındaki talebeleri insanlığa büyük hizmetler bıraktılar. Kimya alanında meşhur olan Câbir b. Hayyân da onun talebelerindendir.
İsmi, Künyesi ve Şemâili
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) hazretlerinin ismi Ca‘fer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali’dir.[2] Künyesi Ebû Abdillah şeklindedir. Asıl künyesi ilk oğlu İsmail’e nisbetle Ebû İsmail ise de onun kendisinden önce vefat etmesi sebebiyle mezkûr künye ile meşhur olmuştur.[3] Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) “Sâdık” lakabıyla maruftur. Bu lakap ona, güvenilir ve doğru sözlü olması sebebiyle verilmiştir. Mevlânâ Hâlid Ziyâuddîn (Kuddise Sirruhû) Dîvân’ında şöyle buyurur:
امام صادق و مصدوق جعفر
كه اين دو منصب او را شد ميسر
İmâm-ı Sâdık u Masdûk Ca‘fer,
Ki în du mansıb u râ şod müyesser.[4]
“Sâdık ve Mesdûk (doğruluğu herkesçe kabul edilmiş) olan İmam Ca‘fer…
Bu iki vasıf (Sâdık ve Mesdûk) ona müyesser olmuştur.”
Şemâil-i Silsile-i Nakşibendiyye’de Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) hazretlerinin şemâili şöyle zikredilir: “Mübarek rengi beyaz olup, kırmızıya karışıktı. Nuranî yüzlüydü; dedesi Ali (Radıyallâhu Anh) hazretlerine benzerdi. Mübarek başı büyükçeydi.”[5] Görüldüğünde Ehl-i Beyt’ten olduğu anlaşılırdı. Amr b. el-Mikdâm şöyle demiştir: “Ca‘fer b. Muhammed’e baktığımda onun Peygamber’in soyundan geldiğini anlardım.”[6]
Dünyaya Gelişi, Çocukluğu ve Ailesi
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) hicrî 80 yılında Medine-i Münevvere’de dünyaya geldi. Babası on iki imamın beşincisi olan İmam Muhammed Bâkır (Radıyallâhu Anh) hazretleridir. Annesi, Hazreti Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh)ın torunu olan Hazreti Kâsım (Radıyallâhu Anh)ın kızı Ümmü Ferve’dir. Anneannesi de Hazreti Ebû Bekir’in (Radıyallâhu Anh) torunu Esmâ (Radıyallâhu Anhâ)dır.[7]
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) hazretlerinin yedisi erkek, üçü kız olmak üzere on çocuğu vardı. Oğullarının isimleri şöyledir: Musa Kâzım, İsmail, Abdullah, Muhammed, İshak, Abbas ve Ali. İmam Musa Kâzım: On iki imamın yedincisidir. Künyesi Ebu’l-Hasan ve Ebû İbrahim, lakabı Kâzım’dır.[8] Mekke ile Medine arasında Ebvâ denilen yerde Safer ayında dünyaya geldi. Bağdat’ta hapiste elli beş yaşında vefat etti.[9]
Çocukluğunda hep ilim ve hikmetle meşgul olan Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) küçük yaşından itibaren babası ve dedesinden yüksek derecede ilim aldı. Henüz genç çağında tüm İslâmî ilimlere hâkimdi.
İlmî Şahsiyeti, Hocaları ve Talebeleri
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık babası ve dedesi Kâsım (Radıyallâhu Anhuma) hazretleri başta olmak üzere, Urve, Ata, Nâfi‘ ve Zührî’den hadis almıştır. Kendisinden de İmam Ebû Hanîfe, Mâlik, Sevrî, Yahya b. Saîd, İbn Cüreyc, İbn Uyeyne ve Ebû Eyyûb es-Sicistânî (Rahimehumullâh) gibi İslam âleminin en önemli isimleri rivayette bulunmuş[10] olup kitaplarda sika (güvenilir) râvî olarak geçmektedir. İbn Hibbân şöyle demiştir: “Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) mislinden sorulamayacak derecede güvenilir bir râvî, kerametleri ve hâlleri hakkında kitaplar yazılacak bir zattır.”[11] İmam Şâfiî ve Yahya b. Maîn gibi birçok ismin onun hakkında kitaplar dolusu övgüleri vardır. Sahîhu’l-Buhârî dışındaki kütüb-i sitte kitaplarının hepsinde kendisinin rivayetleri bulunmaktadır.[12]
Sözleri ve Sohbetleri
Bir keresinde Dâvûd-ı Tâî (Kuddise Sirruhû), Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) hazretlerinin yanına geldi ve şöyle dedi: “Ey Peygamber torunu! Bana nasihat ver, kalbim karardı.” Buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Sen bu zamanın en muttakî insanısın; benim nasihatime ihtiyacın yoktur!” Dâvûd-ı Tâî (Kuddise Sirruhû) “Sizin kanınızda o yüce peygamberin kanı dolaşmaktadır, siz bütün insanlardan üstünsünüz; o yüzden isteyenlere nasihat vermeniz size bir borçtur.” cevabını verince şöyle buyurdu: “Ey Dâvûd! Ben kıyamet gününde ceddim Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in bana; ‘niçin bana hakkıyla ittiba etmedin?’ demesinden korkarım. Bu işler nesep işi değil, amel işidir.” Bu sözleri duyduktan sonra ağlamaya başlayan Dâvûd-ı Tâî (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurdu: “Yâ Rab! O Peygamber soyundandır. Sözleri, davranışları herkese seneddir. O bile böyle düşünürse Dâvûd kim oluyor da, amellerinin bir değeri olsun!”
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) şöyle buyurmuştur: “Şu dört şeyi herkesin yapması gerekir, yapmaması kişiye yakışmaz:
1. Bulunduğu meclise babası geldiğinde ayağa kalkmak,
2. Misafire hizmet etmek,
3. Yüz tane hizmetçisi de olsa muhtaç olmadıkça bineğine binmek için yardım istememek,
4. İlim öğrendiği hocasına hizmette bulunmak.
Oğlu İmam Musa Kâzım’a Nasihati
Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) oğlu Musa Kâzım’a şöyle nasihat etmiştir: “Ey oğlum! Rızkına rıza göster. Kendi rızkına razı olan, kimseye muhtaç olmaz. Gözü başkasının malında olan fakir olarak vefat eder. Kendi eksikliklerini küçük gören başkasınınkileri büyütmüş olur. Her zaman kendi eksikliklerini büyük gör! Başkasının kusurlarını araştıranın kendi kusurları açığa çıkar. Kardeşi için kuyu kazan kimse kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunanlar hor görülür; âlimlerle bulunanlar hürmet görür.
Ey oğlum! İnsanlara kızmaktan kendini uzak tut! Yoksa sana da kızarlar. Faydasız iş ve sözlere karışma, yoksa aşağılanırsın! Lehine de aleyhine de olsa her zaman doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişare eder.
Ey oğlum! Arkadaşlık yapıp ziyaretine gittiğin kimseler iyi ahlaklı kimseler olsun; kötü ahlaklı kimselerle görüşme! Zira onlar suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, kendisinde ot bitmeyen topraklardır.
Ey oğlum! Allah kelâmını oku! Emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker yap! Sana gelmeyene sen git, seninle konuşmayanla sen konuş! İsteyene tasadduk et! Gıybet ve koğuculuk yapma! Çünkü söz taşımak insanların kalplerindeki düşmanlıkları artırır. İnsanların kusurlarını görme, çünkü böyle bir kimse onların hedefi olur.”
Kerâmetleri ve Yüksek Hâlleri
Rivayet edildiğine göre Leys b. Sa‘d şöyle anlatır: “113 (731) yılında hacca gitmiştim. İkindi namazını müteakip Ebû Kubeys dağına çıktım. Bir zat oturduğu yerde ‘Yâ Rab’ diye dua ediyordu. Nefesi kesilene kadar devam etti. Sonra yine nefesi kesilene dek ‘Yâ Hayy” dedi ve şu istekte bulundu: ‘Rabbim! Canım taze üzüm istiyor, beni rızıklandır. Hırkam eskidi, beni giydir!’ O zat bu duasını bitirir bitirmez bir de baktım ki üzüm dolu bir sepet! O mevsimde üzüm bulmak ise imkânsızdı. Sonra bir de baktım ki yanında iki hırka var. O zat üzümü yemek istediğinde yanına giderek: ‘Efendim ben de sizin duanıza âmîn diyordum.’ dedim. Bana dönerek: ‘Öyleyse ondan ye! Ama sonraya ondan bir şey saklama!’ dedi. Sonra gelen hırkalardan birisini giydi, diğerini de bana verdi. Ben hırkaya ihtiyacım olmadığını belirterek onu giymedim. Bunun üzerine onu omuzlarının üstüne attı. İki tane de giysisi vardı. Onları da alarak birlikte Ebû Kubeys dağından aşağıya indik. Aşağıda bizi birisi karşıladı ve şöyle dedi: ‘Ey Resulüllah’ın torunu, beni giydir!’ Giysilerin ikisini de ona verdi. Daha sonra giysileri alan şahsa bu zatın kim olduğunu sordum. ‘O Ca‘fer-i Sâdık’tır.’ diye cevapladı. Onun bu sözü üzerine kendisinden hadis dinlemek ve sohbetinde bulunmak için onu arasam da ne yazık ki bulamadım.”
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) dünyaya ve dünya ehline asla teveccüh etmezdi. Hiçbir zaman kendi menfaati için idarecilere ve zenginlere yakınlık göstermedi. Kitaplarda nakledildiğine göre bir gün Abbâsî halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un yüzüne bir sinek kondu. Mansûr her ne kadar sineği kovmaya çalışsa da bir türlü başarılı olamadı. O ara yanına Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) girdi. Onu görünce sordu: “Ey Ca‘fer! Allah’ın sineği yaratmasındaki hikmet nedir?” İmam Ca‘fer (Radıyallâhu Anh) cevap verdi: “Zalimlere bir sineğe bile güç yetiremediklerini göstermek!”[13]
Nakledildiğine göre amcasının oğlu Abdullah b. Muhsîn ve kardeşi, Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh)a kendilerine biat etmeleri için elçi gönderdiler. Şöyle buyurdu: “Hilâfet ve biat ne benim için, ne de onlar içindir! O iş, sarı cübbe giyip onunla çocuklarını oynatan kimsenindir. O sırada Mansûr el-Abbâsî de sarı cübbesiyle orada bulunuyordu. Daha sonraları gerçekten de Mansûr halife oldu.”
Vefatı
Mevlânâ Ca‘fer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh) hazretleri hicrî 148 (m. 765) yılında Medine’de vefat etti.[14] Bakî kabristanında babası Muhammed Bâkır (Radıyallâhu Anh) ile dedesi Zeynel Abidîn (Radıyallâhu Anh) hazretlerinin yanına defnedildi. Allah Teâlâ şefaatine nâil eylesin…
Dipnotlar
[1] Zehebî, Tezkiretü’l-Huffâz, I/126.
[2] Dara Şükuh, Sefînetü’l-Evliyâ, Kanpur, s. 25.
[3] el-Kazvînî, Muhammed b. Hüseyin, Silsilenâme-i Hâcegân-ı Nakşibend, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 1381, vr. 4a.
[4] Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî, Dîvân, el-Mektebetü’l-Hâşimiyye, 2014, s. 45.
[5] en-Nakşibendî, Ahmed b. Süleyman, Şemâil-i Silsile-i Nakşibendiyye, M. Ü. İ. F. Kütüphanesi, nr. 770-2, vr. 23a.
[6] Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, III/193; el-Hüseynî, Muhammed ‘Îd Abdullah Ya‘kûb, es-Silsiletü’z-Zehebiyye fî Menâkıbi’s-Sâdeti’n-Nakşibendiyye, Dâru’l-Fârâbî, Dımaşk 2004, s. 85.
[7] el-Fârûkî, Muhammed Fadlullah, Umdetü’l-Makâmât, Hakikat Kit., İstanbul 2014, s. 40.
[8] el-Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, XXXV/53.
[9] el-Fârûkî, Umdetü’l-Makâmât, s. 41.
[10] el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1. Baskı, s. 32-33.
[11] el-Kevserî, İrğâmü’l-Merîd, s. 33.
[12] Buharî’nin, bu eserine onun rivayetlerinden almamasının sebebi zayıflığından değil, meclisine girip çıkan bazı kişilerin onun söylemediği mevzu hadisleri ona isnat etmeleri sebebiyledir.
[13] el-Hânî, Abdülmecîd b. Muhammed, el-Hadâiku’l-Verdiyye, thk. Muhammed Hâlid el-Harse, Dâru’l-Beyrûtî, 1. Baskı, Dımaşk 1997, s. 129.
[14] İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-A‘yân, Dâru Sâdir, Beyrut, I/307; es-Sıfdî, el-Vâfî bi’l-Vefeyât, Dâru İhyâi’t-Turâs, Beyrut, XI/98.