Modern zamanın seküler anlayışını İslami değerler zarfında sunan oryantalizmin nihai hedefi Müslümanların zihinlerinde Batılı’ların istediği anlamda bir İslam tasavvuru oluşturmaktır. İslam Coğrafyası’na Batılı kimlikleri ile küfür ihraç eden oryantalistler, Müslümanlar tarafından kabul görmeyince farklı arayışlara yönelmişler ve bu çerçevede zeki Hıristiyan öğrencileri Müslüman kimliğiyle okutup İslami ilimler alanında uzman yapmışlardır. Bu yöntem o derece etkin olmuştur ki çeşitli kürsülerde ders/vaaz veren bir çok gayr-i müslim yetişmiştir. Bunlar şüphe uyandırmamak ve görevlerini başarı ile sürdürmek için yalnız kaldıkları ortamlarda dahi yıllarca namaz kılmışlardır.
Camilerimizin mihraplarında, üniversitelerimizin kürsülerinde adı Hasan, Hüseyin diye bilinen nice Protestan, Katolik v.s. yıllarca görev yapmış ve ölünceye kadar da hep Müslüman kimlikleriyle tanınmışlardır.
Protestan bir babanın adını Mr. Nebit koyduğu bir şarkiyatçının Müslüman kimliğiyle İstanbul’da okuyup icazet alması, oryantalizmin yönteminin ne derece aldatıcı ve etkin olduğunu gözler önüne sermektedir.
İngiltere doğumlu olan Mr. Nebit, 13 yaşına kadar sıkı bir Hıristiyan eğitimi alır. Zekasının fevkalade olduğu fark edilince İslami ilimleri tahsil etmesi için 1834 yılında İstanbul’a gönderilir. İngiliz Sefiri tarafından teslim alınan Mr. Nebit, sefarette görevli Kavas (hizmetçi) Hüseyin Ağa’ya kimsesiz bir çocuk diye verilir. Çocuğa bakmasından dolayı sefaretin 5 lira da aylık ödediği Hüseyin Ağa, kimsesiz zannettiği Mr. Nebit’in adını Tahsin olarak değiştirir. Müslümanların Tahsin adıyla tanıdığı Mr. Nebit, iki yıl kadar kaldığı Hüseyin Efendi’nin yanında hem Türkçe’yi öğrenir hem de ilk eğitimini alır. Ardından Fatih Dersiamlarından Hopalı Ömer Efendi’ye teslim edilir. Müfredatta yer alan bütün kitapları okur. İlimde o derece mesafe alır ki, Müslüman öğrencilerin altından kalkamadığı soruları O çözer.
Hopalı Ömer Efendi’den icazet alan Tahsin Efendi bir gün hocasına İngiliz Sefaretinde çalışmak istediğini söyleyince, “Evladım! Senin adın Şeyhülislamlık’ta, Fetva Eminliğinde geçiyor, sen ise İngiliz kafirlerine memurluk yapmak istiyorsun.” cevabını alır. Müslümanlığında zerre kadar tereddüt edilmeyen Mr. Nebit, belli bir zaman sonra İstanbul’dan ayrılır ve İngiliz Hükümeti tarafından Müslümanların yoğunlukta olduğu Hindistan’a gönderilir.
Son iki asırda İstanbul, Kahire, İslamabad ya da Buhara’da Tahsin Efendi diye tanınan daha pekçok Mr. Nebit yetişti. Onlar Doğu ve Batı’da kurulan müstemleke okullarında İslami ilimler okuyup/okuttular. Müslüman çocuklara önce düşüncelerini aşıladılar sonra da doktora payeleri dağıttılar. Yakın dönemde ortaya çıkan modernist İslami anlayışlar tahlil edildiğinde onların bir türlü “Tahsin Efendilerle” irtibatlı oldukları görülecektir. Bugün itibariyle kafa kağıdını tespit edemediğimiz “Tahsin Efendizedeler” ancak yazdıkları eserlerden ya da diriliş adı altında yürüttükleri tükeniş hareketlerinden tanınabilmektedir.
Oryantalizm, Müslüman kimliğiyle tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi temel İslami ilimleri okutan gizli Hıristiyanlar yoluyla ümmetin zihninde tedavisi hayli zaman alacak şüpheler oluşturdu. Bu gün gelinen nokta itibariyle bir çok Müslüman Modernist, İslam’ın özgün bir medeniyet tasavvuruna sahip olmadığını, temel meseleleri farklı medeniyetlerden ödünç aldığını, Kur’an’ı Kerim’in hakikatlerine Tevrat ve İncil’in referans olduğunu, fıkhın oluşumunda Roma Hukuku’nun önemli bir yer işgal ettiğini söylemektedir.
Oryantalizmin bu tarz faaliyetinin ne derece etkin olduğunu anlayabilmek için Tahsin Efendilerin söyledikleri ile doktora payeleri dağıttıkları “Tahsin Efendizedelerin” tezlerini kıyaslamak gerekir. Böylece çağdaş İslami hareketlerin nesebi de ortaya çıkmış olacaktır.
Örneğin oryantalistler, Kur’an’ı Kerim’in kökeni noktasında farklı hezeyanlar içerisindedirler. Fakat Arthur Jeffery’nin de içinde yer aldığı büyük çoğunluk Allah Kelamı’nın –haşa- Efendimiz’e (s.a.v.) ait olduğunu iddia etmektedir. Fazlurrahman başta olmak üzere tarihselcilerin önemli bir bölümü de Kur’an’ı Kerim’in nasıl bir kitap olduğunu anlatırken “Kur’an hem tamamıyla Allah kelamı, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır.” demektedir.
Batılılar İslam Hukuku’nu kıymetlendirirken de onun tarihe ait olduğunu ve günümüze hitap edemeyeceğini ileri sürmektedirler. Nitekim J. Schacht bu noktada şunları söylemektedir: “İslam Hukuku tarihin belli bir döneminde uygulanmış, daha sonra ise önemini kaybetmiş bir sistemdir. Bu yüzden o, ancak hukuk tarihi bağlamında değerlendirilebilir.” Modernist Müslümanların fıkıh telakkileri, J. Schacht’ınkinden hiç de farklı değildir. Nitekim onlar, iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, hırsıza hadd cezası uygulanması, mirasta erkek kardeşlerin kızların iki katını alması, faizin haram olması gibi kesin hükümleri tarihi birer bilgi kabul etmekte ve onların ancak fıkıh tarihi çerçevesinde değerlendirilebileceklerini düşünmektedirler.
Oryantalistler ve onlardan etkilenen Modernist Müslümanların fıkıh bağlamında oluşturdukları şüpheler daha çok Ebu Hanife (r.a.) etrafında şekillenmektedir. Çünkü O (r.a.), hem bütün müçtehitlere nispetle “İmam-ı Azam/En büyük imam” hem de ümmetin üçte ikisinin içtihatlarını taklit ettiği mutlak bir müçtehittir. Bu yüzden Onun (r.a.) nesebinden, ibadet hayatına, içtihat sisteminden hadis telakkisine kadar bütün bir hayatı olduğundan farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Bu yolla Onun içtihatlarının nüfuzu yok edilmekte ve itibarı lekelenmektedir.
İslam’da önemli bir yer tutan “İhkak-ı hak” kavramının bir gereği olarak Ebu Hanife’yi (r.a.) müdafaa etmek haktan öte bir vazife olmuştur. Zira Hz. Aişe (r.a.) de Allah Resulü’nün (s.a.v.) kendilerine, “İnsanları layık oldukları konumlarda değerlendirmelerini” emrettiğini bildirmektedir. Ümmetin bu büyük müçtehidini anlatmak ve Ona yöneltilen tenkitlerin gerçekle bağdaşmadığını ifade etmek mühim bir vazife olmuştur.
Ebu Hanife (r.a.) müçtehit imamlar içerisinde en kıdemlisi ve ilmin menbaı Hz. Resulullah’a (s.a.v.) zaman itibariyle en yakın olanıdır. Onun (r.a.) rivayet ettiği bazı hadislerle Allah Resulü (s.a.v.) arasında sadece sahabe vardır.
Her biri farklı bir İslami disiplinde mütehassıs 40 müçtehit ile 30 yıl içtihat etmiştir. 83 bin mesele hakkında fetva vermiş, mevcut problemleri çözdüğü gibi olma ihtimali olan fakat henüz olmayan meseleler hakkında da içtihat yapmıştır.
Ebu Hanife’nin (r.a.) hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Küfe, ideolojik çeşitlilik itibariyle yaşadığımız dünyanın bir özeti gibiydi. O, Mutezile’den Cebriyeye, Haricilerden zındıklara her meşrep ve ideolojiden insanı ağırlayan Küfe’de Ehl-i Sünnet’in bekası adına tarihi bir rol üstlendi. Müslümanların Tahsin Efendi diye tanıdığı Mr. Nebit’ler onun zamanında da vardı. Akşamdan sabaha kadar hadis uydurur, sabah da ilim meclislerinde onların tevziatını yaparlardı. Doğru ile yanlış iç içe idi. Zındıkların uydurduğu hadislere dayanan ya da onların fikirlerinden neşet eden gayri İslami görüşler, Mutezile ve Hariciye gibi fırkalar tarafından hararetle savunulurdu. Ebu Hanife (r.a.) böyle bir ortamda içtihatlarıyla ümmete yol haritası çizdi. Tahsin Efendilerin tuzağına kapılmadan İslam’ın nasıl anlaşılabileceğini gösterdi. Küfe’de başlayan irfani diriliş zamanla Basra, Bağdat derken bütün İslam coğrafyasını kuşattı. İmam-ı Malik (r.a.) işkallerini Ona sordu. Şafi (r.a.) ona yetişemediğinden öğrencisi İmam Muhammed’e talebe oldu. Ehl-i Sünnet akidesine bağlı alimler onun “İmam-ı Azam” olduğunda ittifak ettiler. Onu anlatan en güzel kitaplar İmam Suyuti, İbn Hacer-i Mekki gibi farklı mezheplere mensup alimlerin kaleminden çıktı. Ne var ki zındıklar da boş durmadılar. Ümmetin birliğini parçalamaya ayarlı çalışmalarını aralıksız sürdürdüler. Bazen tuzaklarına kapılanlar da oldu. Hatip Bağdadi “Tarihu Medineti’s-Selam”da, Cüveyni “Müğisu’l-Halk”da Onu (r.a.) zındıkların yalanlarıyla anlattı. Bu iki kitap ulemanın sert tepkisini aldı. Üzerlerine reddiyeler yazıldı. Sonra bu nev’i eserler uzun zaman uykuda bekledi. Tahsin Efendilerin doktora payeleri dağıttığı çağdaş selefilerin/modernistlerin girişimleriyle geçtiğimiz asırda tekrar basıldılar. Yayınlardan cesaret alanlar “Ebu Hanife de müçtehit biz de, Onun ne üstünlüğü var?” deme cesaretini gösterdiler. Herkes bir şeyler söyledi. Zahid Kevseri ise el-Bağdadi’ye karşı “Te’nibu’l-Hatib”i, Cüveyniye karşı da “İhkaku’l-Hakk”ı yazarak batılı yere serdi.
Ümmetin siyasi, içtimai bünyesini yeniden şekillendirmek ve bunu globalleşen dünyanın şartlarına uygun bir tarzda yapmak isteyen Batı, Tahsin Efendilerle sessiz ve derinden çalışmaya devam ediyor. Mezheplerin İslamiliği, Ebu Hanife’nin (r.a.) ilmi durumu vs. hep bu bakış açısından neşet eden yaralı cümlelerdir. İnkişaf Ebu Hanife (r.a.) dosyası ile hakkı ayağa kaldırıp batılı bir kez daha yere serme gayreti içerisindedir.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.