“Şümûs’ul iktidâdır Âl-u Ashab,
Nücûm’ul ihtidâdır cümle ahbab.”
“Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Âl ve Ashabı iktidâ (uyma) güneşleridir. O Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ahbabı (sahabeleri) hidâyet yıldızlarıdır.”
Şümûs kelimesi “şems”in cemisidir, güneşler demektir.
Âl: Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ehli beyti ve tâ kıyamet kopuncaya kadar ona îmân edenler.
Elhamdülillah biz onun ehliyiz. Âl aslında (اَهْلٌ) idi.
Ashab: Peygamber Efendimiz’i (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) görüp îmân edenler.
Nücûm: Yıldızlar
İhtidâ: Hidâyet bulmak.
Ahbab: Sevgililer.
“Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) âli ve ashabı, kendine uyulan güneşlerdir” ne demektir? İnsan uzak bir yere gitmek isteyince karanlıkta gidemez, güneşin doğmasını bekler. Güneşin altında yürüyen, güneşe uymuş olur ve gideceği yeri bulur.
Güneş, maddi olan dünya yollarını parlatır. İnsanlar o yollarda yürüyerek istedikleri yerlere ulaşırlar. Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) âli ve ashabı da manevî yol olan şeriat ve tarikat yollarını parlatırlar.
Biz manevi güneşler olan Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) âline ve ashabına uymakla maksudumuza ulaşıyoruz. Onların yolundan başkası karanlıktır.
Sahabelere uymak demek, onların izinden gitmek, yaptıklarını yapmaktır. Onlar iman etti, biz de ettik. Onlar oruç tuttu, biz de tuttuk. Onlar hacca gitti, bizde gittik. Onlar zikir yaptı, biz de yaptık. Onlar Kur’ân-ı Kerim okudu, okuttu biz de okuduk, okuttuk. Böylece sahabeler, uyulan güneşler oldu.
Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Benim ashabım, yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz.”[1] Matlubunuza, cennete, Cemâlüllâh’a kavuşursunuz.
Denizin ortasında yolunu kaybeden kaptanın, yıldıza bakıp yolunu bulması gibi, sahabelere uymakla hidâyet yolu bulunur.
“Ânın ahbabları vuslatda esbab,
Vesile kıldılar vuslatda aktab.”
“O Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sahabeleri, Mevlâ’ya (Celle Celâlühü) kavuşmaya sebeptir. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ahbâbı olan sahabeler, Allah’a (Celle Celâlühü) kavuşmakta kutupları vesile kıldılar, yani irşad için onları hazırladılar.”
Esbab: Sebepler
Vesile: Sebep
Aktab: Kutuplar, evliyâullah.
İşte mürşid onlardır. Onlar, bize öğretmeselerdi biz nereden öğrenecektik? Ebû Eyyûb el-Ensârî (Radıyallâhu Anh) seksen-doksan yaşlarında İstanbul’a geldi, şehit oldu. Burada yatıyor.
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurmuşlardı ki: “Elbette Kostantiniyye (İstanbul) fethedilecek. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fethedecek ordu ne güzel ordudur.”[2]
Sahabeler, İstanbul’a bunun için geldiler. Ancak fetih, Fatih Sultan Mehmed’e nasip oldu. İstanbul fethedildiğinde Ebû Eyyûb-el Ensârî’nin (Radıyallâhu Anh) kabri bulununca, orayı kazdılar, baktılar ki Ebû Eyyûb-el Ensârî (Radıyallâhu Anh) aynı duruyor. Fatih Sultan Mehmed hemen eğildi, ayağını öpecekti ki Ebû Eyyûb-el Ensârî (Radıyallâhu Anh) ayağını çekti.
Bunlar büyük adamlar. Medreselerde yetiştiler. Kadı (hâkim), kaymakam, vâli, bakan, devlet reisi oldular. Kur’ân’ı dünyaya yaydılar, ferman okudular.
“Safâlardan geçüp Hakk’a gidelim,
Cemâli bâ kemâle seyr idelim.”
“Safalardan geçip Hakk’a gidelim. Kemalin ta kendisi olan Mevlâ’nın Cemali’ne seyredelim.”
Safâ: Duruluk, arılık, gönül şenliği, rahat, huzur, kedersizlik.
Bir dünyadan alınan zevk-ü sefa vardır, bir de ibadetten alınan zevk-ü sefâ vardır. Bunların ikisinden de geçmelidir.
“Seni ubudiyyet (kulluk) safası aldatmasın. Zira bunda Mevlâ’nın terbiyesini unutmak vardır.”
Bazen ibadetten zorlanırız. Kafamız, boynumuz, ayağımız acır. Bunlar rubûbiyyeti unutmamak içindir. Yoksa unutulur. İbadette ne kadar zorlanırsak o kadar kıymetli olur.
Birisi gece kalktı, üşüdü ve ağladı. Kendisine denildi ki: “Herkesi uyuttuk, seni uyandırdık. Ona mı ağlıyorsun?” Hemen anladı “Tamam tamam” dedi.
Allah (Celle Celâlühû) dilese seni üşütmezdi. Kendisini unutmayasın diye üşütüyor. Mevlâ Teâlâ sana biraz vuracak ki, O’na gidesin.[3]
Dipnotlar
[1] Beyhakî, el-Medhal, s.164
[2] Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned, 4/335.
[3] Mahmud Efendi Hazretleri, Sohbetler, c. 1, s. 130-133.