﴾…الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ﴿
“O (hâlis akıl sahibi) kimseler ki; ayakta duranlar, oturanlar ve yanları üzere (yaslanmış) bulunanlar hâlinde Allâh’ı sürekli zikrederler ve (bu zikir neticesinde kalpleri uyanır da) göklerle yerin yaratılışı hakkında iyice düşünürler (tefekkür ederler)…”[1]
Düşünmek nereden geldi biliyor musunuz? Zikrullâhtan… Tefekkürün kapısı zikrullâhtır. Eğer olmasaydı, ﴾…اَسْتَعِيذُ بِالله“ ﴿…وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ” “Allâh’ı zikretmek en büyüktür” [2] buyrulur muydu?
Zikrullâh ufak olsaydı bize şöyle şu âyetteki gibi bildirilir miydi? “اَسْتَعِيذُ بِالله”
﴾…فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ﴿
“Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim…”[3]
Mevlâ Te‘âlâ’ya bizi zikrettiren mesele ufak olur mu? Mevlâ bizi zikrediyor. Peki bu en büyük devlet değil midir? Şu hâlde tefekkür etmek muhakkak lâzımdır. Çünkü “Bu âyetleri okuyup da tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” buyuruluyor. Bu tehlikeden kurtulmak tefekkür etmeye bağlıdır.
Tefekkür edebilmek için de ayakta, oturarak, yan üzeri kemâli edeple yatarken yani her hâlde Allâh-u Te‘âlâ’yı zikretmek gerekir. İşte akıllı insanlar bunlardır. Tefekkür şerefiyle müşerref olanlar da bunlardır.
Ne hakkında tefekkür ederler? Göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkür ederler.
Zikrettikçe Kalp Dirilir
Zikrettikçe bunların kalbi dirilir. Düşünmeye başlarlar. Öyle derin düşünmeye başlarlar ki, bu kâinat bir dürbün gibi olup kullara Mevlâ ile aralarında perde olmaktan kalkar. Sanki Mevlâ ile yüz yüze gelirler. Bu yüz yüze tabiri ibare darlığındandır. Mevlâ Te‘âlâ mekândan münezzehtir. O’nun şeklini düşünmeyelim. Bu dereceye gelince kul, Rabbi’ne münacaata başlar:
﴾ِرَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّار…﴿
“…Ey Rabbimiz! Sen işte bun(ca mahlûk)u(, mükellefler Seni bilip kulluk ederek manevî civarında ebedî hayata nâil olacakları bir yaşam sahasına sahip olsunlar diye halk ettin, yoksa boş yere, gayesiz ve) bâtıl bir şey olarak yaratmadın! (Boş yere bir şey yaratmaktan ve abesle iştigalden) tenzîh Sana! Öyleyse (mahlûkatın hakkında tefekkürü bırakmamız ve emirlerini terk etmemiz durumunda hak edeceğimiz) o (cehennem) ateşin(in) azâbından bizi koru!”[4]
Zikrullâh, Mevlâ Te‘âlâ ile Sohbettir
Gördünüz mü? İnsan, Mevlâ ile sohbete başlıyor. Mevlâ Te‘âlâ ile sohbet etmek kolay mıdır? Allâh-u Te‘âlâ ile sohbet edebilmenin, o dereceye yükselebilmenin kapısı zikrullâha dayanır. Boş konuşmakla hiçbir şeye ulaşılmaz.
Zikirden önce yerlerin ve göklerin sadece nefis için yaratıldığı zannediliyordu. Şimdi ise bir kum tanesi görse sanki kâinatı yaratmanın arasında Allah’a göre bir fark olmadığını anlıyor ve Rabbisine: “Yâ Rabbî! Biz şimdiye kadar anlayamadık. Şimdi anladık ki bunları hikmet ve maslahat için yarattın. Şimdiye kadar anlayamadığımız için ateşe lâyıktık. Öyleyse Sen bizi cehennem ateşinin azâbından koru.” diyerek yalvarıyor.
Yine münacaata devam ederek:
﴾رَبَّنَا إِنَّكَ مَن تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ أَخْزَيْتَهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنصَارٍ ﴿
“Ey Rabbimiz! Gerçekten Sen kimi o ateşe girdirirsen, muhakkak ki onu(, rezilliği hak ettiği için) alçak etmişsindir. Zaten (inkâr eden) o zâlimler için yardımcılardan hiçbir kimse yoktur.”[5]
Anlaşılıyor ki Allah’ı zikretmeyenler kendilerine zulmediyorlar. Mevlâ Te‘âlâ onların kelâmlarını beğendi ve bize haber veriyor.
﴾رَّبَّنَا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلإِيمَانِ أَنْ آمِنُواْ بِرَبِّكُمْ فَآمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الأبْرَارِ﴿
“Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz: ‘Rabbinize inanın!’ diye imana çağıran (Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve Kur’ân gibi) yüce bir münâdî duyduk da (ona) hemen inandık! Rabbimiz! Öyleyse bizim için (büyük) günahlarımızı bağışla, (küçük günahlarımızı vesâir) kötü işlerimizi de bizden ört ve bizi(m canlarımızı) iyi kullarla birlikte(; peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihler zümresine dâhil olarak) vefat ettir!”[6]
﴾رَبَّنَا وَآتِنَا مَا وَعَدتَّنَا عَلَى رُسُلِكَ وَلاَ تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّكَ لاَ تُخْلِفُ الْمِيعَادَ﴿
“Ey Rabbimiz! Peygamberlerinle birlikte bize vaad etmiş olduğun şeyi(; sevap ve nusreti) ver bize! Kıyâmet gününde de rezîl etme bizi! Şüphesiz ki Sen (müminlere sevap vermek ve dualarını kabul etmek hususunda kendilerine vermiş olduğun) sözü bozmazsın!”[7]
Bakın hâlis akıl insanı nelere ulaştırıyor.
Buraya kadar kulların münacaatı (yalvarıp yakarışı) idi. Şimdi Mevlâ Te‘âlâ Hazretleri onlara cevaben şöyle buyuruyor:
﴾…فَاسْتَجَابَ لَهُمْ رَبُّهُمْ أَنِّي لاَ أُضِيعُ عَمَلَ عَامِلٍ مِّنكُم مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى بَعْضُكُم مِّن بَعْضٍ﴿
“Bunun üzerine Rableri (bu arzularını yerine getireceğine dâir vaadde bulunmak üzere) onlara hakkıyla icâbet etmiştir ki: “Şüphesiz Ben; erkek veya kadın, içinizden hiç bir amel edenin yaptığını (karşılıksız bırakarak) zâyi etmeyeceğim. (Zaten) bir kısmınız diğer bir kısımdan (doğmakta)dır(, ayrıca İslâm kardeşliği yönünden de aranızda tam bir irtibat vardır, bu yüzden sevap bakımından sizi ayırmayacağım)!..”[8]
Manalarını kısaca söylemiş olduk. Ama anlayalım inşâallâh. Zikrullâhın hâlini gördünüz mü? Bütün şereflerin kapısı zikrullâhdır desek yerindedir.
İktibâs: Mahmud Efendi Hazretleri, Sohbetler, Siraç Kitabevi, İstanbul, 2010, s.125-127
Dipnotlar
[1] Âl-i İmrân Sûresi:191’den.
[2] Ankebut Sûresi:45’ten.
[3] Bakara Sûresi:152’den.
[4] Âl-i İmrân Sûresi:191’den.
[5] Âl-i İmrân Sûresi:192
[6] Âl-i İmrân Sûresi:193
[7] Âl-i İmrân Sûresi:194
[8] Âl-i İmrân Sûresi:195’ten.