Giyimlerimiz imtihandır, evlerimizin şekilleri imtihandır, düğünlerimiz imtihandır, cenazelerimiz imtihandır. Bütün İslamiyet’in her şeyi tepeden kılına kadar hepsi imtihandır. Eğer Allah’tan (Celle Celâlühü) korkarsanız, anlaşılıyor ki siz Allah’a (Celle Celâlühü) iman ediyorsunuz. Eğer Allah’a (Celle Celâlühü) iman ediyorsanız Allah’ı (Celle Celâlühü) bilmişsiniz demektir. Allah’ı (Celle Celâlühü) bilen de anlaşılır ki okumuş ve okutulmuştur, yoksa o kişi meşe ağacı gibidir.
“Gerçekten de Biz yer üzerinde bulunanları ona (ve kendisinde yaşayanlara) âit bir ziynet yaptık, tâ ki amel bakımından hangisi daha güzel olacak diye o (insa)nları imtihan (edenin muâmelesine tâbî) edelim.”[1]
(Habîbim!) Rabbinin (sana ikrâm etmiş olduğu güçlü akıl, peygamberlik, kusursuzluk, fesâhat, güzel ahlâk ve üstün hikmet gibi birçok) nîmeti sâyesinde sen aslâ deli biri değilsin! (Dolayısıyla sana deli diyenler yalancıdırlar.)[2]
Yanından bir araba geçerken imtihandasın, hemen almak için hırsa kapılıyor musun? Bir mağazanın yanından geçerken de imtihandasın. Vitrindeki küfür kıyafetlerine heves ediyor musun? Bir bahçeli evin yanından geçerken de imtihandasın. Hemen öyle bir evinin olmasını istiyor musun? Ruhumuz, bedenimizden ayrıldığı vakit cesedimizi nereye yatıracaklar? Bunu unutmayalım.
Mûsâ (Aleyhisselam) ve Hızır (Aleyhisselam) Kıssası
Bir korkulu durum mu oldu? İmtihandasın. Paran mı gitti? İmtihandasın. Bir dostumuz, bir akrabamız, bir yakınımız, bir komşumuz mu öldü? İmtihandayız. Mallarımızı sel mi kapladı? İmtihandayız. Bir kıtlık veya bir afetle meyvalarımız mı vermedi? İmtihandayız. Hemen o zaman Mûsâ (Aleyhisselam) ile Hızır Aleyhisselam’ın kıssasını hatırlayalım:
Rivâyete göre Firavun ve kabilesinin helâkından sonra, Cenâb-ı Hak Mûsâ (Aleyhisselam)a Ben-i İsrail’in üzerlerine inen Allah’ın (Celle Celâlühü) nimetlerinden anlatmasını emretti.
Mûsâ (Aleyhisselam)a da beliğ yani açık bir vaaz etti. O zaman Beni İsrail’den birisi sordu “Ey Mûsâ! Yeryüzünde en iyi bilen kimdir?” Mûsâ (Aleyhisselam) da: “Benim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Mûsâ (Aleyhisselam)a vahyetti ki: “Yâ Mûsâ! Mecmaal Bahreyn (iki denizin toplandığı yer) denilen yerde bir kulum vardır ki senden daha âlimdir.”
Mevlâ Teâlâ, Hızır (Aleyhisselam)ın daha âlim olduğunu bildirince Mûsâ (Aleyhisselam) onu nasıl bulacağını sorar. Cenâb-ı Hak da zenbiline tuzlu bir balık koymasını onu nerede kaybederse Hızır (Aleyhisselam)ı orada bulacağını beyan eder.
Mûsâ (Aleyhisselam) buyurulduğu üzere tuzlu bir balık aldı, zenbiline koydu. Biraz da yiyecek koydu. Talebesi Yûşâ (Aleyhisselam) ile birlikte yola çıktı. Ve ona dedi ki: “Balığı nerede kaybedersek bana haber ver.
Ne zaman ki Mecmaal Bahreyn denilen yere ulaştılar, istirahat için orada biraz oturdular. Mûsâ (Aleyhisselam) bir taşı başının altına yastık ederek yattı. Orada âb-ı hayat vardı. Ondan balığa isabet edince balık canlandı, zenbilin içinden çıkıp denize atladı.
Bu hadiseyi Mûsâ (Aleyhisselam)ın talebesi gördü, fakat Mûsâ (Aleyhisselam)a söylemeyi unuttu. Hazret-i Mûsâ kalkınca yola devam ettiler. Ertesi gün kuşluk vaktine kadar yürüdüler. Mûsâ (Aleyhisselam) talebesine dedi ki: “Kuşluk yiyeceğimizi getir. Biz bu yolculuğumuzda muhakkak ki yorgunluğa uğradık.”
O zaman talebesi: “Gördün mü? O mecmaal bahreyn denilen yerde kayaya çıktığımız vakit balığa garip bir hadise oldu. Ben bunu sana söylemeyi unuttum. Balık orada canlandı, denize atladı. Acayip bir şekilde geçti gitti” dedi.
“İşte bizim aradığımız yer orasıdır’ dedi. Hemen izleri üzerine uyarak geri döndüler.”[3]
Orada Hızır (Aleyhisselam)ı buldular. Mûsâ (Aleyhisselam) selam verdi ve: “Sana öğretilen ilimden bana öğretmen için geldim.” dedi.
Bunun üzerine Hızır (Aleyhisselam): “Sen benimle beraber sabra kadir olamazsın. Benden zuhurunu göreceğin şeylerin zahirine bakarak itiraz edersin. Hikmetinden haberdar olmadığın bir muameleye nasıl sabredebilirsin” dedi.
Hazret-i Mûsâ da: “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın, sana karşı bir itirazda bulunmayacağım, hiçbir emirde asi olmayacağım.” diye cevap verdi.
Hızır (Aleyhisselam) da buyurdu ki:
“Eğer bana tâbi olacaksan ben sana haber verinceye kadar benden bir şey sorma.”[4]
Beraberce yürümeye başladılar. Deniz kenarında bir gemi gidiyordu. Geminin sahibi bunları ücretsiz olarak gemiye aldı. Biraz gittikten sonra Hızır (Aleyhisselam) gemiyi deldi. Mûsâ (Aleyhisselam) buna dayanamadı: “Ücretsiz olarak bizi gemilerine alan bir kavim, boğulsunlar için mi gemiyi deldin? Doğrusu sen kötü bir iş yaptın” dedi.
Hızır (Aleyhisselam) da itiraza karşı: “Ben sana demedim mi ki sen benimle beraber sabra takat getiremezsin” dedi.
Mûsâ (Aleyhisselam) hemen vermiş olduğu sözü hatırladı: “Unuttuğum şeyle beni muâhaze etme, gafletimden dolayı beni mazur gör de işimde bana güçlük çıkarma (Yani şu ilim tahsilinden geri kalmayayım)” diye özür diledi.
Sonra yine yürüdüler. Birtakım çocuklara rastladılar. Hızır Aleyhisselam bu çocuklardan birini öldürdü. Bu hadiseyi gören Hazret-i Mûsâ, Hızır (Aleyhisselam)a hitaben: “Kimseyi öldürmediği halde, sen tertemiz bir nefsi mi öldürürsün? Muhakkak ki pek kötü bir şey yapmış oldun.” dedi.
Hızır (Aleyhisselam) gene: “Ya Musa! Ben sana demedim mi ki sen benimle beraber sabredemezsin.” diye ihtarda bulundu.
Sonra tekrar yürüdüler. Bir belde ahalisine varınca onun ahalisinden yemek istediler. O memleket halkı ise onları misafir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmaya meyilli bir duvara rastladılar. Hızır (Aleyhisselam) onu hemen doğrultuverdi. Hızır (Aleyhisselam)ın bu yaptığı da Mûsâ (Aleyhisselam)ın garibine gitti de: “Onlar bize yemek vermediler, misafir etmediler, isteseydin bu iş için onlardan bir ücret alabilirdin. Niye bunu bedava yaptın” diye üçüncü kez itirazda bulundu.
Bunun üzerine Hızır (Aleyhisselam):
“İşte bu, benimle senin aramızın ayrılışıdır. Şimdi sana sabretmeye kadir olamadığın şeylerin manasını haber vereyim’ dedi.”[5]
Gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi. Ben onu kusurlu yapmak istedim. Zira onların ötesinde her sağlam gemiyi sahiplerinin elinden zorla alan bir cebbar melik vardı. Ben onu delmekle kusurlu yaptım, böylece zalim hükümdarın onu ellerinden almalarına mâni oldum.
Oğlana gelince: Babası ile annesi iki Mümin idiler. Biz o çocuğun ana ve babasını azgınlığa sürüklemesinden ve küfre düşürmesinden korktuk. Eğer o çocuk bulûğa erseydi kâfir olacak ve ebediyen yanacaktı. O hale gelmeden onu öldürdük, istedik ki Rableri onlara o öldürülen çocuğun yerine ondan daha temizini ve hayırlısını ve merhametçe daha yakınını versin.
Duvara gelince: O, şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da salih bir kimse idi. Rabb’in diledi ki onlar büyüsünler, bulûğa ulaşsınlar, definelerini kendi elleriyle çıkarsınlar.
Eğer o duvar yıkılsaydı onun altındaki hazineyi bu beldenin insanları yağma edeceklerdi. Onun için o duvarı düzelttim. Bu işleri ben kendi reyimle yapmadım. Rabbim bana emretti, ben de yaptım. İşte bu beyan olunanlar sabrına takat getiremediğin işlerin tevilidir (açıklamasıdır).”[6]
Bu kıssada çok büyük ibretler vardır. Müslümanın başına ne belâ gelirse, o, Müslümanın büyük zararlardan kurtulmasına vesile oluyor. Geminin tahtasını koparmak sebebiyle ayıplaması koca geminin kurtulmasına sebep olduğu gibi. Yani Allah Teâlâ Hazretleri kullarına zarar vermez fakat zarar sûretinde bir muamele eder o kadar.
Geminin tahtasının kopması görünüşte yüzde yüz zarar fakat hakikatta ise kârdır. Çocuğun öldürülmesi zarar hakikatta kârdır. Duvarın düzeltilmesi görünüşte zarar hakikatta kârdır. Size kötülük eden bir kimseye kızdığınız zaman biraz akıllı olun. Mûsâ (Aleyhisselâm) bizi misafir etmeyenlerin duvarını niçin tamir ediyorsun diye kızmıştı. Neticeyi kıssada gördünüz. İbrahim Hakkı (Kuddise Sirruhû) ne güzel buyurmuş:
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Arif anı Seyreyler
Görelim Mevlâ neyler
Neylerse güzel eyler.
“Hiçbir cüz’i şer yoktur ki küllî bir hayrı koltuğuna almasın.” buyrulur. İşte evin yandı, buna benzer, çocuğu öldü, buna benzer, sana ne olsa buna benzer. Ama sende iman varsa eğer. İman yoksa, bu işler cezadır. İman varsa mükâfattır.[7]
Dipnotlar
[1] Kehf Sûresi, 7.
[2] Mülk Sûresi, 2.
[3] Kehf Sûresi, 64.
[4] Kehf Sûresi, 70.
[5] Kehf Sûresi, 78.
[6] Kehf Sûresi, 60-82.
[7] Mahmud Efendi Hazretleri, Sohbetler, c.1 s. 122-126.