Sahâbe-i Kirâm (Rıdvânullâhi Te‘âlâ Aleyhim Ecma‘în), İslâm’ın omurga kuşağıdır. Bunun böyle olduğunu bilen sahâbe tenkitçileri, omurgayı zedelemek ve bütünüyle bünyeyi teslim almak için cerh etmeye çalışırlar onları. Kimsenin masumiyetlerini savunmadığı Ashâb-ı Kirâm (Rıdvânullâhi Te‘âlâ Aleyhim Ecma‘în)i beşer icabı kendilerinden sadır olan bir kısım hataları üzerinden eleştirerek hedeflerine varmak isterler. Sahâbe arasındaki ihtilâflar ve anlaşmazlıklar bulunmaz bir nimettir onlar için. Allah (Celle Celâluhû) tarafından tayin edilmiş bir hakemmişçesine bu kargaşalardaki haklıyı tespit etme adına bir kısım sahâbîlerin hata ve açıklarını ibraz etme gayreti güderler. Tarihteki kökleri: Şia, Havâric, Mu‘tezile ve Cehmiyye gibi bid‘at fırkalara dayanan bu sapkın akımın günümüzdeki tezahürü de farklı veçheleriyle çıkıyor karşımıza. Dünden bu güne devam ede gelen bu arızalı cereyana karşı, itikadî duruşunu Kur’ân ve sünnet bütünlüğü istikametinde tanzim eden Müslümanların müteyakkız olmaları gerekiyor.
Sahâbe tenkitçiliği dendiğinde akla ilk gelen sahâbe, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)dır şeksiz şüphesiz. Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) ile arasında geçen bir kısım savaşlar ve istismarcı taife tarafından kasıtlı olarak yanlış aksettirilen bazı vakıalar, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)ın şahsında bütün sahâbeyi müminlerin nazarındaki mevkilerinden düşürmek için malzeme olarak kullanılmaktadır. Böylelikle bu tarz iftiraların aslî hüviyetini araştırıp öğrenme altyapısına sahip olmayan müminlerin, sahâbe algısı zedelenmiş olacak ve sahâbenin naklettiği dinî müktesebâta da şâibe düşmüş olacaktır. Dünden bu güne ardı arkası kesilmeyen sahâbe tenkitçiliğinin ardında yatan esas niyet budur.
Kur’ân’a itiraz etme mertliğini gösteremeyenlerin sünnete ve hadislere; Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e karşı koymaya cüret edemeyenlerin sahâbeye saldırdığı bir ilhâd silsilesidir bu. İslâm uleması bu silsilenin güttüğü amacı o üstün basiretleriyle görmüş ve müminleri bu hususta müteyakkız olmaya davet etmiştir.
Ebû Zür’a er-Râzî’nin: “Bir adamın Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbından birini ayıpladığını görürsen bil ki; o zındıktır. Zira bizim nazarımızda Kur’ân haktır, Rasûl haktır. Bu Kur’ân’ı ve sünnetleri bize Rasûlüllâh’ın ashâbı nakletmiştir. Bunu yapanlar bizim şahitlerimizi iptal ederek esasında Kur’ân’ı ve sünneti hükümsüz bırakma peşindedirler. Böyle kimselere yaraşan, cerh edilmeleridir. Ve onlar zındıklardır.”[1] şeklindeki sözü bunun örneğidir.
Ehl-i Sünnet, Hiçbir Sahâbîyi Kötülemez
Sahîh İslâm inancı demek olan Ehlisünnet itikadında, sahâbenin tamamına muhabbet beslemek ve onları tazim hususunda aralarında hiçbir ayrım gözetmemek imanın bir gereğidir. İmam et-Tahâvî (Rahimehullâh), Ehlisünnet itikadının temel parametrelerini anlattığı o meşhur akîde metninde şöyle diyor bu konuda:
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbını severiz ve onlardan hiçbirini sevme konusunda tefrite düşmeyiz. Hiçbirinden de teberri etmeyiz. Ashaba buğz edip hayırla yâd etmeyenlere biz de buğz ederiz.”“Biz Ashâb-ı Kirâm’ı ancak hayırla anarız. Onları sevmek dindir, imandır ve ihsandır. Onlara buğz etmek ise küfürdür, nifaktır ve tuğyan/azgınlıktır.”[2]
Ashâb-ı Kirâma bakışımızın nasıl olması gerektiği hususunda istikamet yönümüzü tayin eden bu ifadeler eslâfımızın sahâbe konusundaki mutedil duruşunu yansıtması açısından çok önemlidir.
Ehlisünnet ulema, sahâbe arasında meydana gelmiş birtakım ihtilâf ve anlaşmazlıklarda da benzeri bir mutedil tutum sergilemişlerdir. Bu hâdiseleri müslümanların gündemlerine taşıyıp haklı haksız incelemelere girmenin faydadan çok zarar getireceği düşüncesiyle konuşmamayı en doğru yol kabul etmişlerdir. Ömer ibnü Abdülaziz (Rahimehullâh)a: “Sıffîn ehli hakkında ne dersin?” denildiğinde söylediği: “Bunlar, Allah’ın benim ellerimi temiz tuttuğu kanlardır. Lisanımı bunlara bulaştırmak istemem.”[3] şeklindeki söz, bu konularda konuşmanın anlamsızlığı ve zararını anlatması bakımından numune kabul edilebilecek bir sözdür.
Akâid imamlarımızdan İmam et-Teftâzânî (Rahimehullâh) da sahâbenin ihtilâfları mevzuunda takınmamız gereken tavrı şöyle özetler: “Aralarında meydana gelen çekişmeler ve muharebelerin hamledileceği noktalar ve te’viller vardır. Onlara sövmek ve haklarında kötü konuşmak şayet Hazreti Aişe (Radıyallâhu Anhâ)ya zina iftirasında bulunmak gibi kat‘î delillere muhalif olan türdense, bu küfürdür. Aksi takdirde, bid‘attır.”[4]İmam et-Tahâvî ve et-Teftâzânî (Rahimehumallah)tan yaptığımız bu nakiller bir şahsın sahih bir itikada sahip olmasında sahâbe inancının belirleyici unsur olduğunu göstermektedir.
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) da şöyle söylüyor bu konuda:
“Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh)ın Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) ile muharebe ve çekişmesi hilâfete olan meyli ve rağbeti sebebiyle olmamıştır. Bilâkis, devlet başkanına karşı gelenle savaşmanın farz ve zarurî oluşundandır. Nitekim Cenâb-ı Hak: “…Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın…”[5] buyurmaktadır. Sözün özü, Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) ile savaşanlar te’vil ile başkaldırdıkları ve ictihad sahibi oldukları için her ne kadar bu ictihadlarında hatalı olsalar dahi haklarında kötü konuşulmasından, kınanmaktan, fıska ve küfre nispet edilmekten beridirler. Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) da onlar hakkında: “Kardeşlerimiz bize başkaldırdılar. Fakat onlar ne fasıktırlar ne de kâfirdirler. Çünkü ellerinde te’vil var.” demiştir. İmam Şâfiî (Rahimehullâh) şöyle demiştir -ki bu Ömer ibnü Abdülaziz (Rahimehullâh)dan da nakledilmektedir-: “Bu (hâdiseler), Allâh’ın ellerimizi kendisinden temiz kıldığı olaylardır. Biz de dillerimizi temiz tutalım.” [6]“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[7]
Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) Kapının Kulpudur
İslâm’ı mânen tahrif etme niyetinde olup sahâbenin tamamını tezyif etmeyi göze alamayanlar, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) üzerinden İslâm’a ve sahâbeye saldırmaktadırlar. Bu anlamda Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)ın, bir müslümanın itikadî istikameti ve din bütünlüğünün ölçülüp tartılmasında bir mihenk taşı olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Nitekim Abdullah ibnü Mübârek (Radıyallâhu Anh)ın: “Muâviye (Radıyallâhu Anh) bizim nazarımızda bir imtihandır. (معاوية عندنا محنة) Kimin Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)a kem gözle baktığını görürsek onu ashâbın tamamını kastetmekle itham ederiz.”[8] şeklindeki sözü de söylediğimizi tasdik eder mahiyettedir.
Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)a kapının kulpu denmesinin sebebi de budur. Zira herhangi bir kapıyı aşıp onun ardındaki yerlere varmak isteyenlerin kulpla olan münasebeti herkesçe malumdur. İmam en-Nesâî (Rahimehullâh)a: “Muâviye (Rahimehullâh) hakkında ne dersin?” diye sorulduğunda: “İslâm, kapısı olan bir ev gibidir. İslâm’ın kapısı sahâbedir. Sahâbeye eziyet edenin İslâm’a kastı var demektir. Kapıyı delen kişinin kapıdan girmeye kastının olduğu gibi. Hazreti Muâviye’yi tenkit eden kişinin asıl maksadı sahâbedir.”[9] şeklinde verdiği cevap bir kimsenin sahâbeye bakış açısını Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)dan ölçebileceğimiz anlamına gelmektedir. Rabî‘ ibnü Nâfi‘ el-Halebî’nin: “Muâviye (Radıyallâhu Anh), Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbı için bir perdedir. Bir adam perdeyi açtığında perdenin arkasına (taşkınlık yapmaya) cüretlendi demektir.”[10] şeklindeki manidar sözü de bu meyanda ehemmiyet arz etmektedir.
Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Dua ettiği Sahâbî: Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)
Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in duasına mazhar olmuş bir mübârek sahâbîdir ehlisünnet nazarında. Kaynaklarımız, Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)a farklı zaman ve mekânlarda muhtelif dualarda bulunduğunu kaydetmektedir. Nitekim Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bir keresinde onun için: “Allâh’ım, onu doğru yolu gösteren ve doğru yolda olan biri kıl ve onunla (insanları) hidayete eriştir.”[11] şeklinde dua ettiği çok meşhur bir rivâyet olarak nakledilmektedir. Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in duasının müstecab olduğunda kuşku yoktur. Böylesine müstecab ve mübârek duaya nail olmuş bir sahâbînin fazileti hususunda nasıl şüphe duyulabilir?[12]
Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, hidayeti, hayırlara vesile olması ve insanların hidayet rehberi olması için dua ettiği bir sahâbîye karşı bize düşen tek şey; onu tazim ve hürmetle yâd etmektir.
Allah Râsûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)a duası bununla da sınırlı değildir elbette. “Allâh’ım! Muâviye’ye hesabı, kitabı öğret ve onu azaptan koru.”[13] şeklindeki duası Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) için yaptığı bir başka duadır. Bu mübârek duanın dünyadaki bir tezahürü olarak Cenâb-ı Hak, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)a vahiy kâtipliği gibi mübârek bir vazifeyi nasip etmiştir.[14] Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in vahiy kâtipliğinin dışında birtakım mektupları yazması için de Hazreti Muaviye (Radıyallâhu Anh)ı çağırdığı, rivâyetlerde zikredilmektedir. Nitekim Mesruk ibnü Vâil (Radıyallâhu Anh), Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gelip müslüman olunca kavmini İslâm’a davet edecek birtakım adamlar göndermesini istemişti Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den. Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)a emredip bir mektup yazdırmış ve bu zatın kavmine davetçi olarak Ziyad ibnü Lebîd (Radıyallâhu Anh)ı göndermiştir.[15]
Bu mübârek nebevî duanın müstecab oluşunun dünyadaki tecellisi bu şekilde tezahür ettiğine göre ahiret tecellisi de -biiznillâh- Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)ın azaptan korunmasıyla tahakkuk edecektir. Zira Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in umûmî anlamda Hazreti Muaviye (Radıyallâhu Anh)a dua ettiğini anlatan şu rivâyet de konumuza ışık tutmaktadır:
“Ümmü Harâm (Radıyallâhu Anhâ), Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i: ‘Ümmetimden ilk olarak denizde gaza eden kimseler (mağfiret olunmayı veya cenneti kendilerine) vâcib kılmışlardır.’ buyururken işittiğini anlattı ve dedi ki: ‘Ben de: ‘Yâ Rasûlellâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ben bunların içinde miyim?” diye sordum; ‘Sen onların içindesin.’ buyurdu. Bundan sonra Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Ümmetimden Kayser şehrine ilk kez gaza edenler de mağfiret olunmuşlardır.” buyurdu. “Ben bunların içinde miyim yâ Rasûlellâh?” diye sordum; “Hayır!” diye cevap verdi.[16] Bu rivâyete göre, Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ümmetinden ilk kez deniz muharebesi yapanlara duada bulunmuştur ve İslâm tarihinde bu şerefe nail olmuş ilk şahıs da Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)dır.[17]
Ümmet-i Muhammed’in Dayısı: Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)
Kur’ân-ı Kerîm, Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşlerinin mü’minlerin anneleri olduğunu ifade eder.[18] Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) ise Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mübârek zevcelerinden Ümmü Habîbe (Radıyallâhu Anhâ) annemizin kardeşidir. Bu itibarla ümmetin dayısıdır. Allah Resûlü’nün akrabalarına -mü’min oldukları sürece- tazim ve hürmet göstermemiz mü’min olarak bir vazifedir bizler için. Zira: “…De ki: Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum…”[19] şeklindeki âyet-i kerîme kimi müfessirler tarafından Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, bizden, akrabalarına karşı sevgi beslememizden başka bir şey istemediği şeklinde tefsir edilmiştir.[20] Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dünya ve âhiretimizi kurtaracak tebliğine karşı onun akrabasına göstermemiz gereken tazime riayet etmeyip onlardan biri hakkında tenkitvâri konuşmak en hafif tabirle nankörlük ve hadsizliktir.
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)le arasında kan bağı bulunan akrabası ile sıhriyet yoluyla ona yakın olanlar arasında bu hususta bir ayrım yapılamaz. Zira Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Benim hısmım ve nesebim dışındaki bütün nesepler ve sıhriyetler kesilecektir.”[21] şeklindeki hadisleri hısımlığının da mukaddes olduğunu tasrih etmektedir. Seleften el-Meymûnî (Rahimehullâh) bu hadisi, Ahmed ibnü Hanbel (Radıyallâhu Anh)a zikrederek: “Bütün bunlar Muâviye (Radıyallâhu Anh) için de geçerli midir?” dediğinde, İmam Ahmed (Rahimehullâh): “evet” demiştir.[22]
el-Meymûnî (Rahimehullâh) bir başka vesileyle şöyle naklediyor: “Ahmed ibnü Hanbel’e Muâviye (Radıyallâhu Anh) ve ibnü Ömer (Radıyallâhu Anh)ın mü’minlerin dayısı olup olmadıklarını sordum: ‘Evet, Muâviye (Radıyallâhu Anh), Ebû Süfyân’ın kızı Nebî (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşi Ümmü Habîbe (Radıyallâhu Anhâ)nın kardeşidir, ibnü Ömer (Radıyallâhu Anhümâ) da Nebî (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşi Hafsâ (Radıyallâhu Anhâ)nın kardeşidir.’ dedi. O hâlde: ‘Mü’minlerin dayılarıdır, diyebilir miyiz?’ dediğimde: “evet” diye cevap verdi.”[23]
Ümmet’in, Hakkında Hüsn-ü Şehâdette Bulunduğu Zât: Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)
Başta Sahâbe-i Kirâm olmak üzere tâbiûn ve tebe-i tâbiîn neslinden İslâm büyüklerinin de hakkında hüsn-ü şehâdette bulundukları bir zattır Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh). İbadetlerindeki sünnete ittibanın keyfiyetine dair Ebü’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh)ın: “Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den sonra sizin şu Emîrinizin (Hazreti Muâviye’nin) namazından daha çok Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in namazına benzeyen bir başkasını görmedim.”[24] şeklindeki şehâdeti, bunlardan bir tanesidir sadece. Sahâbenin önde gelenlerinden olan Ebü’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh)ın onun hakkındaki bu şehâdeti, Muâviye (Radıyallâhu Anh)ın İslâm’ın direği mesabesindeki namazı ikâme etmek hususunda ne kadar müstakim bir sahâbî olduğunu göstermektedir.
Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)a dair ashâbın ve ümmetin şehâdeti sadece ibadet tarafına yönelik değildir. Önemli bir devlet başkanı olmasına dair şehâdetleri de vardır ashâbın. Bu bağlamda aşere-i mübeşşereden olan Sa‘d ibnü Ebî Vakkas (Radıyallâhu Anh)ın: “Osman (Radıyallâhu Anh)dan sonra şu kapının sahibi (Hazreti Muâviye’den) daha çok haklıya hakkını veren bir başkasını görmedim.”[25] şeklindeki sözü de Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)ın hilâfetinde ne denli hak-hukuka riayet eden bir devlet başkanı olduğunu resmetmektedir. Hakeza ibnü Abbas (Radıyallâhu Anh) gibi yüce bir sahâbînin: “Muâviye’den daha çok hilâfete lâyık olan birini görmedim.”[26] demesi de onun, halifeliği ne kadar adalet zemininde yürüttüğünün bir başka delilidir.
Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh), Umeyr ibnü Sa‘d el-Ensârî (Radıyallâhu Anh)ı Humus’taki görevinden alıp yerine Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)ı tayin etmiştir. Bu olay üzerine insanlar: “Umeyr (Radıyallâhu Anh)ı azledip yerine Muâviye (Radıyallâhu Anh)ı mı görevlendirdi?” gibi dedikodulara başlayınca vazifeden azledilen Umeyr (Radıyallâhu Anh): “Muâviye (Radıyallâhu Anh)ı ancak hayırla yâd ediniz. Zira ben Resulüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in onun için: ‘Allahım, (insanları) onunla hidayete eriştir.’ buyurduğunu işittim” demiştir.[27]
İbnü Kesîr (Rahimehullâh), bunu söyleyen kişinin görevden alınan Umeyr değil de Muâviye (Radıyallâhu Anh)ı göreve atayan Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh)ın olmasının daha doğru olduğunu söyler. Zira mazeret beyan etme makamında olan kişi Umeyr (Radıyallâhu Anh) değil Ömer (Radıyallâhu Anh)dır.[28] Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) gibi ulu bir sahâbînin onu Humus’a tayin etmekten öte tezkiye edici mahiyetteki şu sözleri dahi Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) hakkında kötü kelâm etmenin büyük bir vebal taşıyacağının göstergesidir.
Netice
Hazreti Muaviye (Radıyallâhu Anh), Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in vahiy kâtipliğini yapmış ve onun muhtelif dualarına mazhar olmuş olan, sahâbenin fakihlerinden kabul edilen bir sahâbîdir. Peygamberlerin dışında hiç kimsenin masum olmayacağını bilenler, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh)ın da birtakım ictihad hatalarının ve beşerî kusurlarının olabileceğini bilir ve söylerler. Ehlisünnet ulema onun, Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) ile yaptığı savaşta ictihad hatasına düştüğünü ve bir ecir aldığını söylemişlerdir. Ancak ehlisünnet âlimlerinin bu husustaki mülâhazaları bu aşamadan öteye geçmemiş ve bu husustaki bir kısım hadîs-i şerîflerden hareketle bu anlaşmazlıkları konuşmanın sahâbeyi ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i üzeceğini dile getirmişlerdir. Ayrıca bunları konuşmanın sahâbeyi yaralamak ve sahâbeyi yaralamanın da dine darbe vurmak anlamına geleceğini de tespit etmişlerdir.
Bu yüzden bizler de bu gün, tazim ve hürmet noktasında hiç bir ayrım gözetmeksizin tüm sahâbeyi hayırla yâd etmeliyiz tıpkı eslâfımız gibi. Bunun aksine gösterilen tavırların ve ortaya atılan mülâhazaların Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) üzerinden müslümanların sahâbe algısını zedelemek, zihinlerini bulandırmak ve İslâm esaslarına şüphe düşürmek gibi niyetler taşıdığından zerre şüphe etmemeliyiz. Her şeylerini İslâm’a feda etmiş sahâbeyi savunamadığımız, onların tenkit edildiği mecralarda suspus kaldığımız bir dünyada yaşamanın da anlamsız olduğu şuurunda olmalıyız her dem.
Cenâb-ı Hak, bu şuurla yaşayıp bu şuurla ölmeyi nasip eylesin bizlere.
Âmin, Yâ Mücîbe’s-Sâilîn…
Dipnotlar
[1] el-Mizzî, Yusuf ibnü Zeki Abdurrahman Ebu’l-Haccâc, Tehzîbu’l-Kemâl fî Esmâi’r-Ricâl, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut-Lübnan, 1980, B.I, XIX/ 96; Hatîb el- Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Mektebetu’l-İlmiyye, Medine-i Münevvere, I/49
[2] Ebû Ca‘fer et-Tahâvî, el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Dâru ibn Hazm, Beyrut-Lübnan, 1995, Baskı:I, s.29
[3] Ebû Tâhir es-Silefî, Sadruddin el-Isbehânî, et-Tuyûriyyât, Mektebetu Edvâi’s-Selef, Riyad, 2004, B.I, IV/1318, No:1277; Ebûbekir ed-Dîneverî, el-Mücalese ve Cevâhiru’l-İlm, Dâru İbn Hazm, Beyrut-Lübnan, 1419, V/148, No:1965; Ebû Nuaym el-Isbehânî, Hilyetu’l-Evliyâ, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, IX/114; İbnü Abdilber, Cami’u Beyâni’l-İlm ve Fadlih, Dâru İbni’l-Cevzî, Suud, 1994, B.I, II/934, No:1778
[4] Sa‘duddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, Mektebetu’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye, Kahire, 1987, Baskı:I, s.102
[5] Hücurât Sûresi:9’dan.
[6] İmâm-ı Rabbânî, Ahmed el-Fârukî es-Serhendî, el-Mektûbât, II/150
[7] Haşr Sûresi:10
[8] İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, LIX/209
[9] el-Mizzî, a.g.e. I/340
[10] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Dâru Hicr, 1997, Baskı:I, XI/450
[11] Ahmed ibnü Hanbel, el-Müsned, XXIX/426, No:17895; Tirmizî, “Menâkıb”, No:3842; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, No:656; Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No:311; Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, VIII/358,
[12] Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, Dâru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 2002, Baskı: I, IX/4022
[13] Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No:333; Ebûbekir el-Hallâl, es-Sünne, Dâru’r-Râye, Riyad, 1989, Baskı:I, No:696; Buhâri, et-Târîhu’l-Kebîr, Dâiretu’l-Me’ârifi’l-Usmâniyye, Haydarâbâd, VII/327
[14] Ahmed ibnü Hanbel, el-Müsned, IV/398, No:2651
[15] İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1415, Baskı: I, III/389
[16] Buhârî, “Kitâbu’l-Cihâd”, No:2766; Hâkim, el-Müstedrek, No:8668; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No:323, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No:444
[17] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, Daru’l-Ma‘rife, Beyrut, 1379, VI/102
[18] Ahzâb Sûresi:6
[19] Şûrâ Sûresi:23’ten.
[20] Taberî, Cami‘u’l-Beyân, Müessesetu’r-Risâle, 2000, Baskı: I, XXI/524
[21] Ebûbekir el-Hallâl, es-Sünne, No:654
[22] el-Lâlekâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ’a, No:2786
[23] el-Hallâl, es-Sünne, No:657
[24] Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No:282
[25] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XI/435
[26] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XI/439
[27] Tirmizi, “Menâkıb”, No: 3843; Muhibbuddin el-Hatib, el-Avâsım mine’l-Kavâsım ta’lîki, Vizâretu’ş-Şuûni’l-İslamiyye, Suud, 1419, Baskı:1, s.80
[28] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XI/408