İstanbul’un fethinin sembolü olan Ayasofya Camii, tadilat gerekçesiyle ibadete kapatıldıktan sonra, 1 Şubat 1935 tarihinde müze olarak açıldı. Gerek o süreç içerisinde yaşananlar gerekse o günden bugüne kadar geçen zaman bizleri birçok açıdan düşünmeye sevk etmelidir.
Hıristiyan dünyası, İstanbul’a ve hassaten Ayasofya’ya sahip çıkmamış; bilâkis tahripkâr bir tavır benimsemiştir. Haçlı seferleri sırasında ve bilhassa Lâtin istilâsı sürecinde İstanbul, Katolikler tarafından ciddi şekilde tahrip edilmiş, bu tahribattan Ayasofya da fazlasıyla etkilenmiştir. Bu istilânın evvelinde büyük mabet Ayasofya iki kez tamamen yıkılmış ve üç kez tekrardan inşa edilmiştir. Bugün ayakta duran Ayasofya da üçüncü kez inşa edilmiş olan yapıdır.
Doğu Roma İmparatorluğu’nun başşehri, fethin arifesinde, imparatorluk sarayı dahi harap olmuş bir durumdaydı. İstanbul’u fethettiğinde viraneden farksız bir manzarayla karşılaşan Fatih Sultan Mehmed Han müşahede ettiği vahameti, şu fârisî beyitle ifade etmişti:
“Perdedâri mî küned der kasr-ı Kayser ankebût,
Bûm nevbet mîzened her kubbe-i Efrâsiyâb”
(Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor,
Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu.)
İslam’ın hâkimiyetiyle birlikte İstanbul’da Ayasofya’nın yanı sıra, harap hâldeki diğer bazı kiliseler de mescide dönüştürüldü, Bizans’tan kalan eserlerin diğer kısmı ise korunarak imaret ve diğer hizmetlere tahsis edilmişti. Dolayısıyla, Bizans devrinden kalma birçok eser günümüzde hâlâ ayaktaysa, dünya sanat tarihi bunu Osmanlı’ya borçludur. Zira Osmanlı’nın, bir şehri fethettiğinde bulduğu tarihî eserlere sahip çıkması, onları tamir etmesi ve hizmete elverişli hâle getirerek; depremlere, yangınlara ve diğer afetlere rağmen ayakta tutması, bu kadim tarihi günümüze taşımıştır. Hatta Osmanlı’nın Ayasofya’ya hizmetleri, şehrin fethi henüz gerçekleşmeden önce Sultan 2. Murad Han devrine kadar geriye gitmektedir. Dolayısıyla diğer birçok eser gibi Ayasofya Camii’nin de inşasının üzerinden 1500 sene geçmesine rağmen dev kubbesiyle beraber hâlâ ayakta oluşu, Osmanlı’nın medeniyet anlayışının bir sonucudur.
Mescidi Yıkmak, Binayı Tahripten İbaret Değildir
Allah Teâlâ, mescidlerde adının anılmasını, yani kendisine ibadet edilmesini engelleyenleri, mescidleri yıkan kimseler olarak nitelendirmiş ve onları zalimlerin en büyüğü, ahirette büyük bir azaba düçar olacak kimseler olarak tavsif etmiştir.[1] Dolayısıyla mescid olarak inşa edilen ya da sonradan mescid olarak ibadete tahsis edilen yapıları farklı kullanım amaçlarına yönelik hâle çevirmek, mescidi yerle yeksan etmeye eşdeğer bir hareket olarak kabul edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de beyan edildiğine göre, mescidlerin ayakta olması ve bu yapılar içerisinde ibadet ve zikrin devam etmesi, Mevlâ Teâlâ’nın nusret ve nimetinin ulaşmasına da vesiledir.[2] Dolayısıyla günümüzde bu nusret ve nimetten büyük ölçüde mahrum durumda bulunuşumuzun sebepleri arasında bu noktadaki eksikliklerimizin bulunduğu gerçeğini de unutmamamız lazımdır.
Mescidleri İnşa Etme Emri
Yaratılışının insana yüklediği mükellefiyetlerden birisi de yeryüzünü mamur etmektir. Bu vazifenin muhtevasında mescid imar etmenin müstesna bir yeri olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de faziletiyle beraber açıkça beyan edilmiştir.[3] İlgili ayet-i kerimelerden anlaşıldığına göre mescidleri imar etme emri, onları yalnızca taşlarla, duvarlarla ve betonlarla ayağa dikip yükseltmekle sınırlı olmayıp cemaatle doldurmaya ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun işlev kazandırmaya yönelik bir emirdir. Bu emrin bugün bize bakan en önemli yönü, cami ve mescidlere sahip çıkmak, onları cemaatle doldurmak ve ilmî faaliyetlerle süslemektir.
Fethin Sembolü Ayasofya!
Ecdadımız, fethetmek suretiyle kapılarını İslâm’a ardına kadar açtığı şehirlerin en büyük mabedini, fethin sembolü olması açısından mescide dönüştürmüştür. Ayasofya da Hıristiyanların İstanbul’daki en önemli mabedi olarak fethi müteakip mescide dönüştürülmüş ve Şeâir-i İslâmiyye’nin şehirdeki baş unsuru hâline getirilmiştir. Ayasofya bu hususiyetiyle İslâmî şuura sahip tüm müminlerin dava edindiği bir mesciddir. Ayasofya Camii’nin yeniden ibadete açılmasına yönelik sahiplenmeler onun kapanışı sırasında ve günümüze kadar kapalı kaldığı süre boyunca yaşadığımız gaflet uykusunu unutturmamalıdır.
Ayasofya Camii’nin ibadete kapatılmasının siyasî bir netice olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Tadilat gayesiyle kapatılan ve daha sonra müzeye dönüştürülen bu caminin mevcut durumu bizi, fetihle olan manevî bağımızın kuvvetini sorgulamaya ve derin bir özeleştiriye sevk etmelidir.
Günümüzde manevî ve maddî bütün varlığını, vakıf müessesesini fütuhatının merkezine yerleştiren ecdada borçlu olan bizler için bütün bu vakfiyeleri dava edinmek büyük bir borç ve omuzlarımızın üzerinde bulunan ağır bir sorumluluktur. Zira Ayasofya vakfiyesindeki beddua öne çıksa da aynı durum vakfiyelerin tamamına şamildir.[4]
Binaların da bir maneviyatı ve ruhu vardır. Dolayısıyla Ezân-ı Muhammediyye’ye, kamete ve cemaate, tekbir seslerine hasret kalmış olan yapıların hasretini gidermek, yeryüzünü mamur kılma adına yapılabilecek en büyük hizmetlerden biridir. Mescidlerin esaretiyle neticelenen bahsettiğimiz uyku hâli en kısa zamanda yerini, fethin sembolü olan Ayasofya Camii ile başlayıp diğer esir mescidlerle devam edecek mukaddes bir ihya zincirine bırakmalıdır.
Dipnotlar
[1] Bkz. Bakara Sûresi:114.
[2] Hac Sûresi:40.
[3] Tevbe Sûresi:18.
[4] Ayasofya Vakfiyesiyle ilgili yazımıza buradan ulaşabilirsiniz…