Vefâ Îmândandır
Vefakâr olmak ve kıymet bilmek imandan olan hasletlerdendir. Mü’min kimse vefalı olmalıdır. Mü’min için en büyük vefâ şüphesiz ki kendisini eşref-i mahlûkat olarak yaratan Cenâb-ı Hakk’a karşı göstereceği vefadır. İnsanın Mevlâ Teâlâ’yı tanıması, iman etmesi ve yaratanına karşı kulluk vazifesini yerine getirmesi en büyük vefakârlıktır. Bunların tam zıddı; Cenâb-ı Hakk’ı inkâr, O’nun yüceliğini tanımamak ve O’na kulluk etmekten imtinâ etmek ise en büyük nankörlüktür.
Cenâb-ı Hakk’a Vefâlı Olmayan İnsanlara Vefâlı Olamaz
İnsanoğlu bezm-i elest’te Cenab-ı Hakka, îmân ve kulluk sözü vermiştir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk katında gerçek vefa, îmân ve kulluk sözünü unutmamak, ne pahasına olursa olsun bu ahde ve misaka sadakat göstermektir. Cenâb-ı Hakk’a karşı vefâlı olabilmeyi becerebilen insan, şüphesiz ki kullarına karşı da vefâlı olacaktır. Çünkü ancak bu insan anne-babasına, eş ve çocuklarına, akraba ve dostlarına, imtihan için gelip geçtiği dünyaya karşı göstereceği her türlü vefasızlığın, Allah Teâlâ’ya vefâ duygusuna halel getireceğini bilir.
Vefâlı olmak, verilen sözü yerine getirmek, yapılan ahitlere sadık kalmak ve kendisine yapılan iyilikleri unutmamaktır. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlerin vasıflarını açıklarken şöyle buyurmaktadır: “O kimseler ki; Allâh’ın ahdini (ve kullara verdikleri bütün sözleri) hakkıyla yerine getirirler de, (Allâh Te‘âlâ ile aralarında sözleşmiş oldukları îman, ahkâm ve adaklara riâyeti, ayrıca kullarla aralarındaki antlaşmalar ve akitler gibi) o kuvvetli sözü bozmazlar.” [1] Diğer bir âyet-i kerimede ise “Yine (felâha eren müminler) o kimseler( dir) ki; onlar (hem Allah Te‘âlâ’ya karşı, hem de kullarla aralarındaki) emânetlerine ve sözlerine sürekli riâyet edicilerdir.[2] buyurmaktadır.
Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Vefâsı
Her konuda biricik önderimiz olan Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) vefâ ve hatır bilmek hususunda da en güzel rehberimizdir. Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), risâletle görevlendirilmeden önce de verildikten sonra da dostlarına karşı hep vefâlı olmuş ve verdiği sözlerde hep durmuştur. Onun sözünden caydığı hiç görülmemiştir. Meselâ Abdullah bin Ebi’l-Hamsa şöyle bir olay anlatır: Peygamberlikten önce Allah Resulü ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borçlandım. Parayı hemen getireceğimi, biraz beklemesini söyledim. Fakat bu arada verdiğim sözü unuttum. Daha sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldim. Bir de ne göreyim Rasûlüllah halâ sözleştiğimiz yerde bekliyordu.Beni görünce: “Ey delikanlı! Bana eziyet ettin. Burada beni uzun süre beklettin.”[3] buyurdu.
Anlaşmaya Sâdık Kalma Gereği Teslim Edilen Sahabe
O yaptığı antlaşmalara hep sadık kalırdı. Örneğin, Hudeybiye antlaşmasının şartlarından biri, Mekke’den Medine’ye sığınan kişilerin iade edileceği şeklinde idi. Antlaşmanın imzalanacağı bir anda Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr (Radıyallâhu Anh)ın oğlu Ebu Cendel (Radıyallâhu Anh), ayaklarındaki zincirleri sürüyerek Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına geldi. Ebû Cendel (Radıyallâhu Anh) Müslüman olduğu için müşriklerden çok işkence görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini Müslümanların arasına atmıştı. Süheyl (Radıyallâhu Anh) antlaşma gereği ilk iade edilecek kişinin kendi oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel (Radıyallâhu Anh)ın yüzüne vurdu. Durum çok kritikti. Olan biteni hüzünle takip eden Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), Ebû Cendel (Radıyallâhu Anh)ın anlaşma dışında tutulmasını, onun kendisine bağışlanmasını Süheyl’den rica ettiyse de Süheyl (Radıyallâhu Anh) buna yanaşmadı. Ebû Cendel (Radıyallâhu Anh), müşriklere teslim edilirken feryat içinde Müslümanlara adeta yalvarıyor ve yardım istiyordu. Bu manzarayı gören Müslümanlar gözyaşlarına hâkim olamadılar. Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Ey Ebu Cendel! Biraz daha sabret, katlan, Allah’tan bunun mükâfatını dile, şüphesiz Allah, sen ve yanında bulunan zayıf, kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allah’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allah’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz” [4] buyurarak Ebû Cendel (Radıyallâhu Anh)ı teselli etti.
Verilen Sözden Dolayı Savaşa Götürülmeyen Sahabeler
Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kendi verdiği sözleri yerine getirdiği gibi biz Müslümanlara da verdiğimiz sözleri yerine getirmemizi emretmiştir. Meselâ, sahabelerden Huzeyfe (Radıyallâhu Anh) babasıyla beraber Medine’ye gitmek üzere yola çıkarlar. Giderlerken yolda Kureyşli müşrikler onları yakalar ve “Siz Muhammed’in safına katılmaya mı gidiyorsunuz?” derler. Huzeyfe (Radıyallâhu Anh) ve babası: “Hayır, Medine’ye başka bir iş için gidiyoruz” derler. Bunun üzerine Huzeyfe (Radıyallâhu Anh) ve babasından Hazret-i Peygamberin safında yer almayacaklarına ve müşriklere karşı savaşmayacaklarına dair söz alırlar. Sonra onları serbest bırakırlar. Huzeyfe (Radıyallâhu Anh) ve babası Medine’ye varınca durumu Hazret-i Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e anlatır. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Haydi, gidin, biz sizin verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı da Allah’tan yardım dileriz” buyurur. Nitekim Peygamberimiz ahde vefasının bir gereği olarak Huzeyfe (Radıyallâhu Anh) ve babasını Bedir ordusuna almamıştır.[5]
Hazret-i Hatîce (Radıyallâhu Anhâ) Annemize Karşı Vefâsı
Bir kimsenin iyiliklerini ve güzelliklerini istemsizce ve sürekli yâd etmek, ona duyulan sevginin en bâriz delilidir. Bir defasında Hazret-i Hatice (Radıyallâhu Anhâ) annemizin kız kardeşi Hâle, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in huzuruna girmek için izin istemişti. Hâle’nin sesi Hazret-i Hatice (Radıyallâhu Anhâ) annemizin sesine çok benzerdi. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun sesini duyunca bir an vefat eden eşi Hazret-i Hatice (Radıyallâhu Anhâ)yı hatırladı ve ondan övgüyle bahsetti. Bunun üzerine Hazret-i Âişe (Radıyallâhu Anhâ) Vâlidemiz: “Ölüp gitmiş bir kadını niye anıp duruyorsun? Allah sana onun yerine daha hayırlısını verdi”[6] dedi. Hazret-i Âişe (Radıyallâhu Anhâ)nın bu ifadelerini doğru bulmayan Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şunları söyledi: “Hayır, Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi. İnsanlar bana inanmazken o inandı. O doğru söylediğimi kabul etti. Ve o beni malıyla destekledi Cenab-ı Hakk bana ondan çocuklar ihsan etti.[7]
Cenâb-ı Hakk cümlemize kendisine, Rasûlü’ne, anne-babamıza, üzerimizde emeği bulunan kimselere ve akraba-ı taallukatımıza karşı vefâkâr olabilmeyi nasip ve müyesser eylesin. Âmîn Yâ Mucîbe’s-Sâilîn…
Dipnotlar
[1] Ra‘d Sûresi, 20.
[2] Mü’minûn Sûresi, 8.
[3] Ebû Dâvûd, Edeb, 82.
[4] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 4/325.
[5] Müslim, Cihâd, 98.
[6] Buhârî, Menâkibu’l-Ensâr, 20; Müslim, Fazailü’s-Sahâbe, 74.
[7] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 6/118.