İslâmiyetin ilk yıllarında, Müslümanlara yapılan müşrik zulmünün artması sebebiyle, Rasûlüllah (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem) ashabının Habeşistan’a hicret etmeleri için izin verdi. Hicret edilecek yer için buranın seçilmesinin sebebi, ulaşımın kolaylığı ve Habeş hükümdarı olan Necâşî’nin adaletli bir hükümdar olmasıydı.
Habeşistan’a giden sahabîler arasında, Hazreti Osman ve eşi Rukıyye, Cafer bin Ebû Tâlib ve eşi Esmâ bint Umeys, Osman bin Mazûn, Zübeyr bin Avvâm, Hâlid bin Saîd ve eşi Ümeyme binti Hâlid, Abdullah bin Cahş, Abdullah bin Mesûd, Abdurrahman bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Musab bin Umeyr (Radiyallâhu Teâlâ Anhüm) gibi zatlar vardı. 11 Erkek ve 4 kadından oluşan bu kafile, 615 yılında deniz yolu ile Habeşistan’a gittiler. [1]
Müşriklerin Engellemesi
Habeşistan’a hicret eden ilk Müslüman kafilesi güzel karşılandı. Bunun üzerine, bir süre sonra ikinci bir kafilenin gitmesi için hazırlıklara başlandı. 1 sene sonra 70 kişiden oluşan ikinci hicret kafilesi Habeşistan’a ulaştı. Böylece muhacirlerin sayısı 108’e ulaşmış oluyordu. [2] İlk kafileyi engellemek için peşlerine takılan ama yakalayamayan müşrikler, ikinci bir hicret kafilesinin Habeşistan’a ulaşması sebebiyle telaşa kapılarak, bölgeye bir heyet yolladılar.
O zamanlarda daha İslâm ile müşerref olmamış olan, Amr bin Âs (Radiyallâhu Anh) bu heyetin başında idi. Habeşistan hükümdarı ile olan dostluğu sebebiyle bu göreve seçilmişti. Müşrik heyetinin, hükümdar Necâşî’den muhacirlerin iadesini istemesi üzerine, iki tarafın dinlendikten sonra hüküm verilmesine karar verildi. Müslümanlar adına Cafer bin Ebû Tâlib (Radiyallâhu Anh) şu etkili konuşmayı yaptı:
“Ey hükümdar, Allah (Celle Celâluhû) aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerden idik, putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhşiyât işlerdik. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Uzun bir müddet bu halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini, namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah (Celle Celâluhû)nun birliğini tanımaya ve O’na ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan, Allah (Celle Celâluhû)na ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı emretti.
Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten men etti. O, bize, diğer insanlara kötülük yapmaktan çekinmeyi, sadece Allah (Celle Celâluhû)na ibadet etmeyi, sadaka vermeyi ve her çeşit iyi ve güzel ameller işlemeyi öğretti. Bütün bunlar, bize hoş ve cazip geldi ve biz bunları yapmaya başladık. Fakat bunun hemen arkasından kendi insanlarımızdan, vatanımızı terk etmeye ve senin ülkene sığınmaya bizi mecbur eden işkenceler gördük. Biz, seçebileceğimiz bütün krallar arasından sizi tercih etmiş bulunuyoruz; zira sizin yanınızda bize kimsenin zulmedemeyeceğini ümit ediyoruz”[3]
Bu konuşma üzerine Necâşî, Müslümanları haklı buldu ve müşrik heyetinin isteklerini reddetti. Böylece Müslümanlar burada senelerce emniyet içinde yaşadılar. Bir kısmı 620 yılında, kalanlar ise 628 yılında tekrar asli vatanlarına dönerek, İslâm davası için hizmetlerine devam ettiler.
Dipnotlar
[1] İbn İshâk, “Es-Sîre”, s. 206
[2] İbn İshak, “Es-Sîre”, s. 210
[3] İbn Hişâm, “Es-Sîre”, s. 359