Kitâb-ı Kerîm’inde, tevhidin mümessili olan İbrahim (Aleyhisselâm)ın duasını hikâyet etmesi esnasında, Rasûl-i Ekremin de (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın yerleştirilmesindeki vazifesinin mertebesini beyan etmek üzere: “Ey Rabbimiz! O (zürriyetimizden Mekke’de kala)nlar içerisinde; Senin âyetlerini üzerlerine sürekli okuyacak, onlara o Kitab’ı ve hikmeti(; Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet’i, ruhlarını kemâle erdirecek ince ilimlerle isabetli hükümleri) öğretecek ve (böylece) kendilerini (şirk, isyan vesâir maddî-manevî pisliklerden) tertemiz edecek bir Rasûlü kendi aralarından gönder!..”[1] buyuran Allah Te‘âlâ’ya sonsuz hamd u senalar olsun.
Sınırsız salâtlar ve selâmlar, “Size iki şey bıraktım, onlara yapıştığınız müddetçe asla sapıtmazsınız, Allah’ın kitabı ve nebisinin sünneti”[2] buyuran Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e olsun.
İkinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin, kendisinden İmâmı Ecell (En büyük imam) tabiri ile bahsettiği İmam Süyûtî (Rahimehullâh) Şu‘letü Nâr isimli risalesinde tasavvuf hakkında şöyle konuşur:
İnsanların çoğu, tasavvuf kitaplarını araştırıp okuyan ve onlardan alıntı yaparak bu konuda yazı yazıp açıklamalarda bulunan kimseyi mutasavvıf zannedip ona sûfî der. Lâkin böyle birisi bu ismi ancak, deve iğnenin deliğine girdiği zaman hak eder. Tasavvuf ancak hâl ilmidir. Söz ilmi (sözle elde edilen bir ilim) değildir! Rasûl-i Ekrem (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ait olan sünnet-i seniyyede gelmiş bulunan güzel ahlâklarla ahlâklanmaktır. Bundan dolayı, “Tasavvuf her senî (yüksek) ahlâkı elde etmek ve her denî (alçak) ahlâkı terk etmektir” denilmiştir. Bu hususta bazı imamlar şöyle buyurmuştur: “Tasavvuf, hadis ve usûl-i dinden (akaid) oluşan bir ilimdir. Kim içini nebevî hadislerle doldurur, onlarla amel ederse ve itikadı ehl-i sünnet görüşü üzere doğru olursa sûfî olur. Kim usûl-i dini (akaid) öğrenmeden içini hadis-i şeriflerle doldurursa muhaddis olur, kim de içini usûl-i din (akaid) ile doldurur, hadîs-i şerifi öğrenmezse kelâmcı, akaidci olur, bunlardan hiçbirine sûfî denmez.”
Bu sebeple bazı selef uleması: “Bu tarikat yolu, bir insan için ancak hadîs-i şerifleri ezberlemek ve ehl-i sünnet yolu üzere inanması gerekenleri öğrenmeyi öne almakla tamam olur” demişlerdir. Şu an tasavvuf iddiasında bulunan birçok kimseye büyük ve küçük abdestten temizlenmekteki sünnet sorulsa bilemez. Nerede kaldı ki Rasûlüllâh’ın (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ibadetlerinde, âdetlerinde, yemesinde, içmesinde, hareketinde, sükûnetinde, uyanıklığında, uykusunda, oturmasında, kalkmasında, yürümesinde ve ailesi ile olan geçimindeki sünnetlerini bilecek.
Görmez misin, Cüneyd-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû), Rasûl-i Ekrem (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in karpuz yediğini bilmesine rağmen, nasıl yediğini bilmediği için karpuz yemekten çekinmiştir. Bunu zamanın muhaddislerine sormuş, onlar da “Bu hususta bir şey sabit olmamıştır” demişlerdir. Samimi sûfîlerin hâli, sünnetlerden hiçbir şey zayi etmemek, bu hususta gevşeklik göstermemektir. Bu husustaki hikmeti bilsinler, bilmesinler. Çünkü bu durum ilimlerinin artmasına sebep olur. İnsan bir sünneti işleyince, Allah Te‘âlâ onu yapmamış olduğu diğer bir sünneti işlemeye sevk eder.
Nitekim şöyle denilmiştir: “Bir haseneden sonra işlenen ikinci hasene, evvelki hasenenin sevabıdır. Bir kötülükten sonra işlenen ikinci kötülük, evvelki kötülüğün günahıdır. Rasûl-i Ekrem (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hurmayı yedikten sonra çekirdeğini tabağa koymayı yasaklamasının hikmetini bilmeden kaldım. Ancak bu sünnete yapışmamın bereketi ile Allah Te‘âlâ, bazı hadîsi şerif imamlarının sözlerinin arasında, bu durumun hikmetini bana gösterdi.”
Hâkim et-Tirmizî’nin Nevâdiru’l-Usûl isimli kitabında mesele şöyle anlatılır:
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hurmayı yediği zaman çekirdeğini işaret parmağı ile orta parmağının üstüne koyardı. Hurma yiyen kimse çekirdeğini parmaklarının içiyle alacak olsa, sonra tekrar tabaktaki hurmaya dönecek olsa, çekirdeği almak esnasında parmakları ağzındaki tükürükten ıslanmış olabilir. Bu sebeple diğer yiyenleri gözetmek maksadı ile parmak uçlarındaki yaşlılıkla geri kalan hurmalardan almak kerih görülmüştür. Çünkü beraber yediği arkadaşı bu durumdan tiksinebilir, hoşlanmayabilir.”
Hakiki Sûfîler ve Sözde Sûfîler
Risalesinin geri kalan satırlarında Allâme Süyûtî (Rahimehullâh) sûfîleri ikiye ayırır:
1- Cüneyd-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) gibi ömrünü Rasûl-i Ekrem (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in izini adım adım takip etmekle geçiren, Allah Te‘âlâ’nın kullarının arasından seçtiği sünnet-i seniyye sûfîleri.
2- Asılları Yunan kâfirleri olan, felsefe ve akıl ehli olup sûfî geçinen (sûfîlerin sadece sözleriyle yetinip amele yanaşmayan) felsefeciler.
Allah Te‘âlâ Mûsâ (Aleyhisselâm)ı onların zamanında peygamber olarak gönderdi. Onları şeriatına çağırdı. Onlar da imtina edip yüz çevirdiler, “Sendeki bilgilere ihtiyacımız yok, senin dediklerini biz de diyoruz, getirdiğin şeylerden fazlasını biliyoruz, hayvanları kurban etmekte bir şefkat görmüyoruz. Hâlbuki sen bunu şefkat olarak kabul ediyorsun” dediler ve ona tâbî olmayı ar olarak kabul ettiler. Allah (Celle Celâluhû) onları saptırdı ve şeytan onlara hâkim oldu. Onları bu riyazetlerinde bozuk itikadlara çekti. Rûhun, bu âlemin ve heyulanın kadim olduğuna ve vahdet-i vücutla hüküm verdiler.
Ne zaman ki İslâm geldi, samimi sûfiyye fırkası doğdu. Bunlardan bazısı sûfî geçinen bu felsefecilere benzemek istedi. Hadîs-i şerîfleri ve eserleri tek tek araştırıp tâbî olmak nefislerine meşakkatli geldi. Sünnet-i seniyyeyi muhafaza etmek ve sünnetleri yerine getirmeye devam etmeye göğüs germekten ağırlandılar. Daha az ameli ve daha az külfeti olduğundan, sûfî geçinen felsefecilere yöneldiler. [İmam es-Süyûtî (Rahimehullâh)ın sözü bitti.]
Mevlâ Te‘âlâ bizlere, dünyada ve ukbada ehl-i sünnet yolunda hakiki sûfîlerle beraberlik nasip eylesin!
Dipnotlar