Haram aylardan olup pek çok fazîleti bünyesinde cem etmiş olan Receb-i Şerîf ayının sonlarına yaklaşırken, bu ayın 27. gecesinde vuku bulduğu rivâyet edilen Mi‘râc gecesini hep birlikte idrâk edeceğiz.
Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in Mekke-i Mükerreme’deki Mescid-i Harâm’dan, Kudüs-ü Şerîf’teki Mescid-i Aksâ’ya, oradan da o ana dek hiç kimsenin ulaşamadığı manevî bir mevkîye yükselmesi şeklinde, iki aşamalı olarak ele alınan konu ıstılahta; İsrâ ve Mi‘râc hâdiseleri olarak adlandırılmaktadır. Halk arasında bu hâdise yalnızca ‘miraç’ şeklinde adlandırılmış ve hem isrâ hem de mi‘râc hâdisesini karşılayacak şekilde kullanılagelmiştir.
İsrâ kelimesi lügatte serâ, yani gece yürüyüşü anlamına gelirken; mi‘râc kelimesi ise merdiven, basamak ve çıkmak gibi anlamlarla, ‘urûc’ köküne dayanmaktadır.[1]
Kur’ân ve Sünnet’te İsrâ ve Mi‘râc
İsrâ kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç âyet-i kerîme’de ‘yolculuk’ anlamında geçtiği gibi, bir sûrenin de adıdır. Mushaf sırasına göre 17. Sûre olan İsrâ Sûresi, bu hâdiseyi anlatan âyet-i kerîme ile başlar ve yer yer bu hâdiseye de atıfta bulunan âyet-i kerîmelerle devam eder.
Mi‘râc kelimesi ise Kur’ân-ı Kerîm’de, ‘meâric’ şeklinde çoğul olarak Allah Te‘âlâ’ya nispetle ‘yükselme derecesi’ anlamında geçtiği gibi, bir Sûrenin de adıdır. Bununla beraber türevleriyle; merdiven, çıkmak vb. gibi muhtelif anlamlarda birçok âyet-i kerîmede yer alır.
Mi‘râc, Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in mûcizelerinden ve nübüvvetinin delillerindendir. Beşeriyet özelliklerini aşan bu hâdise gerçekleşmeden önce Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), göğsü yarılarak mânevî bir hazırlık vetiresi geçirmiştir. Sebeb-i nüzûl rivâyetlerine göre; İnşirâh Sûresinde: ‘göğsünü genişletmedik mi’[2] beyanıyla anlatılan hâdise ‘Şakk-ı Sadr’ hâdisesidir.[3]
Hadis kaynaklarımızda kayıtlı bulunan rivâyetler bize, ‘Şakk-ı Sadr’ hâdisesinin üç kez vuku bulduğunu, mi‘râc mûcizesinin de üçüncü ‘Şakk-ı Sadr’ hâdisenin akabinde gerçekleştiğini bildirmektedir. Bu mûcizenin bir diğer ehemmiyetli tarafı da, Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ilk zevcesi ve Müslümanların ilki Hazreti Hatice validemizin ve Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i en zor zamanlarda himaye etmiş olan amcası Ebû Tâlib’in vefatlarının gerçekleşmiş olması sebebiyle ‘hüzün senesi’[4] şeklinde anılan senede gerçekleşmiş olmasıdır. İrşâd maksadıyla gidilmiş olan Tâîf’ten üzücü bir şekilde dönüşü müteakip, bir sekînet niteliği taşıması da mi‘râc hâdisesinin bir başka önemli yönüdür.
Zikretmiş olduğumuz bu hâdiseler ve mi‘râc mûcizesinin vuku bulduğu güne dek süren müşriklerin kısıtlama ve işkencelerinin ardından Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bu lütuf ile ferahlamış ve hicrete giden süreçte manevî anlamda desteklenmiştir. İlgili rivâyetler göz önüne alındığında mi‘râc hâdisesi, hicretten yaklaşık bir buçuk yıl kadar önce, Receb-i Şerîf ayının 27. gecesinde vuku bulmuştur.
Ruh ve Bedenle Gerçekleşen Mûcizevî Yolculuk
Mi‘râc mûcizesinin ruh ve beden birlikteliğiyle gerçekleştiği konusunda ehl-i sünnet âlimleri ittifâk hâlindedir. Pek çok kaynakta kayıtlı bulunan rivâyetlerin ortak anlatımını nakletmek gerekirse mi‘râc mûcizesi şu şekilde gerçekleşmiştir:
Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir gece Kâbe-i Muazzama’da Hicr ya da Hatîm denilen yerde (veya Ümmü Hânî’nin evinde) uykuyla uyanıklık arasında bulunduğu esnada Cebrâil (Aleyhisselâm), yanında hikmet ve imanla dolu bir kap bulunduğu halde gelerek göğsünü açtı ve içini zemzemle yıkayıp iman ve hikmetle doldurduktan sonra kapattı. Farklı merhalelerin geçileceği bu mukaddes yolculuğa mübarek bedeni hazır hâle getirilince Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i elinden tutup Burak adlı bineğe bindirerek Beytülmakdis’e götürdü. Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Mescid-i Aksâ’da Peygamberlere iki rek’ât namaz kıldırdı.[5] Dışarı çıktığında Cebrâil (Aleyhisselâm)ı birinde süt, birinde şarap bulunan iki ayrı kap getirmiş vaziyette buldu. Süt dolu kabı tercih ettiğinde Cebrâil (Aleyhisselâm)dan: “fıtratı seçtin” cevabını aldı. Bunun ardından Cebrâil (Aleyhisselâm), Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i miraca bindirerek semaya yükseltmeye başladı. Dünya semasını aşmak üzere Cebrâil (Aleyhisselâm) bekçilik vazifesini îfâ etmekte olan meleğe kapıyı açmasını buyurdu; Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i takdim ettikten sonra kapı, görevli tarafından açıldı ve yüce makamları aşmak üzere yolculuklarına birlikte devam ettiler.
Yükseldikleri her bir katta Peygamberlerden sırasıyla; Âdem, Îsâ ve Yahyâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ (Salavâtullâhi alâ Nebiyyinâ ve aleyhim Ecma‘în) ile karşılaştılar. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onlardan her biriyle mükâleme ve hasbihâlde bulundu. Hazreti Âdem (Aleyhisselâm)ı, bir tarafında cennetlikler, diğer tarafında cehennemlikler; cennetliklere bakıp memnun olduğu, cehennemliklere bakıp hüzünlendiği bir hâlde bulmuşlardı. Diğer Peygamberlerle de hususiyetlerine uygun hâllerde buluşup tanıştıktan ve hasbihâl ettikten sonra, Beytü’l-Ma‘mûr’un bulunduğu yedinci kat semada Hazreti İbrahim Halîlullâh ile buluştular.
Yolculuğun bundan sonraki vetiresi artık o âna dek hiçbir insanın ulaşamadığı bir mânevî mevkînin kapsamına girmekteydi. Mukaddes ve keyfiyyeti bize tam olarak bildirilmemiş olan Sidretü’l-Müntehâ’ya vardıklarında Cebrâil (Aleyhisselâm), yolculuğa artık devam edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), büyük müjdelere nâiliyet ile neticelenecek olan yolculuğunun bundan sonraki kısmına refref adlı binek üzerinde yalnız devam etti. Yazıcı meleklerin kalem cızırtılarını dahi işittikten sonra artık, cümle noksanlıklardan münezzeh Allah Te‘âlâ’nın huzuruna ulaştı.
Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) huzûr-u ilâhîde bulunduğu esnada Allah Te‘âlâ elli vakit namazı O’nun ve ümmetinin üzerine farz kıldı. Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) dönüş yolunda Peygamberlerle görüşürken Hazreti Mûsâ (Aleyhisselâm), elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini ve bunun hafifletilmesi için Allah Te‘âlâ’ya ilticâ edilmesi gerektiğini ifade etti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in huzûr-u ilâhî ve Hazreti Mûsâ (Aleyhisselâm) arasındaki yolculuğu, namaz farziyeti beş vakte ininceye dek böylece devam etti.
Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ötelerin ötesine vâsıl olduğu mukaddes yolculuğunda; cenneti, cennetlikler ve nimetleriyle birlikte müşahede ettikten sonra kendisine, azab görenlerin ahvâliyle birlikte cehennem gösterildi. Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) azab görenlerin hâllerini mü’minlere olanca açıklığıyla haber vermiştir.[6]
Mi‘râc’dan Gelen Hayatî Müjdeler ve Müstesna Hediyeler
Kurtuluşun ve hesap gününde beraatın en önemli unsuru olan beş vakit namaz, mi‘râc gecesi farz kılınmıştır. Bakara Sûresi’nin ‘Âmenerrasûlü’ olarak bilinen; bilmeden düşülecek hataların ve unutmaya bağlı eksikliklerin bağışlanmasına yönelik duâyı ve daha pek çok fazîleti içermesi vesilesiyle ümmet tarafından okumanın her gece sünnet niyetiyle[7] âdet edinildiği son iki âyet-i kerîmesi de bizlere, mi‘râc hediyelerindendir.
Namazlarımızın vecîbelerinden teşehüdde okuduğumuz ve Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetini de dâhil ettiği, mukarreb melekler ve Allah Azze ve Celle ile keyfiyeti bize meçhûl bir hâlde gerçekleşen mükâlemesinden oluşan ‘Tahiyyât’ duâsı da mi‘râcdan gelen bir mukaddes bir hediyedir.
Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ‘Cennet-i A‘lâ’da cemâlullâhı temâşâsı, bu şerefe nâil olacak inanan kimseler için durumun mümkünattan olduğunu vurgulama açısından mi‘râcdan yansıyan bir başka önemli müjdedir.
Şirkten berî olan, ümmetten büyük günah sahiplerinin şefaat yetkisi bağlamında bağışlanacakları müjdesi ve kalbinden kötülük geçirdiği hâlde onu işlemeyene günah yazılmayacağı; güzel düşündüğü hâlde yapmaya muvaffak olamayanlara ise ecîr verileceği müjdesi de yine Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetine, mi‘râcdan getirdiği müjdelerdendir.[8]
Sıradan Bir Tasavvur Değil; İ‘tikâd Umdesi ve İmtihan Vesilesi Olarak Mi‘râc
Mi‘râc; Allah Te‘âlâ’nın dilediği bir zamanda ve yine onun dilediği bir sûrette, birçok âyeti müşâhede, akâidde sem‘iyyât bahisleri olarak kaydedilmiş ve bilebilmenin ancak haber-i sâdık ile mümkün olabileceği hakikatlere, Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in canlı şahidliğidir. Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in şahidliğini tasdîk yoluyla Ümmet-i Muhammed’in, evvel gelip geçmiş olan ümmetler üzerine şahidliğinin de aslî bir vesikasıdır.
Mi‘râc; mü’minlerle müşrikleri, teslim olanlarla samimiyetsizleri, kudrete îmân edenlerle maddecileri tefrik eden, Allah Te‘âlâ’nın: “Sana: ‘şüphesiz Rabbin insanları çepçevre kuşatmıştır’ demiştik, hatırla. (Geceleyin) sana gösterdiğimiz o temâşâyı ve Kur´an’da lâ´net edilen ağacı biz (başka değil) ancak insanlara bir fitne (ve imtihan) yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, onlarda büyük bir taşkınlıktan başka bir şey artırmıyor.”[9] hitâbı ile ayırt edici ve münkirini dalâlete yahut küfre sevk edici; i‘tikâd umdelerinden bir umdedir. Ulaşılmaza ulaşmak, idrâki zor olana inanmak olduğu kadar; inkâr sebebiyle ayakların kaydığı, samimiyet ölçütü mukaddes de bir zemindir.[10]
Beytülmakdis’in kudsiyetinin yeniden tescilidir mi‘râc. Mü’minlerin, Kâbe-i Muazzama’dan evvelki kıblesi, çevresiyle beraber ne derece mübarek bir yer olduğu hakikatinin: “…çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya…”[11] âyet-i kerîmesiyle birlikte asırlar sonra yeniden ilânıdır.
Mi‘râc’da yaşananları Allah Te‘âlâ kelâmıyla anlatmıştır insanlığa! Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in istikâmet ve sıdkını, anlattıklarının vahiyden başkası olmadığını, huzûr-u ilâhîye varıp kendisine aracısız vahyedildiğini, müşâhedelerinin kalbi tarafından da tasdik edildiğini ilâhî hitâb kaydetmiştir. Cebrâil (Aleyhisselâm)ı aslî sûretinde gördüğüne ve gördüklerinin o âna dek hiç kimsenin görmediği en büyük âyetler olduğuna ve O’nun, cennet (ve cehennem)i gördüğü hakikatine olan şâhitliğini Allah Te‘âlâ, yıldıza yeminle başlayıp devam eden maktalarla kaydetmiştir kerîm Kitâbı’na!..[12]
‘İsrâ ve Mi‘râc Hakk’tır‘ ibaresi, kadîm akâid metinlerinde açıkça yer alan bir ibaredir.[13] Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in uyanık bir vaziyette, ruh ve beden birlikteliğiyle, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği yüceliklere yükseltilmesi konusunda inkâra sapanların dayandığı arka plan; son derece ürkütücü bir arka plandır. Mi‘râcı inkâr edenler ya mûcizeyi yani hissî müşahede yollarını aşan birtakım hâllerin vukûunu reddeden maddeci kimselerdir ya da bilinçaltlarında bulunan kötü düşünceleriyle, âyet-i kerîmeleri hevalarına uyarak te’vile yeltenen ve aynı zamanda hadîs inkârcısı/sünnet düşmanı olan kimselerdir.
Tevâtürü kabul eden bir kimsenin bu konu bağlamında varacağı nihaî nokta; mi‘râcı kabul ve doğru sözlü o nebî (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in sözünü tasdiktir.
Konuyla ilgili olarak bazı inkârcıların akla aykırılık iddiası da modern aklın işleyişi açısından dahî son derece tutarsızdır. Nitekim bugünkü bilimsel gelişmelerin önemli bir kısmı bile, bundan birkaç asır önce yaşamış maddeci kimselerin, karşılaşmaları durumunda aynı gerekçelerle reddedecekleri türden birtakım gelişmelerdir.
Hülasa; mi‘râcı inkârın altında mûcizeyi inkâr, mûcizeyi bir kurum olarak inkârın altında da nübüvvet inancıyla ilgili bir problem yatmaktadır. Ümmet-i muhammed, mi‘râcı günümüze dek bir i‘tikâd umdesi olarak öylesine benimsemiştir ki, bu konu etrafında; kitap, makale, kasîde ve şiir türlerinden oluşan pek çok eser ortaya konularak literatür çapında mühim ve son derece geniş bir edebî alan ortaya çıkmıştır.
Mi‘râc Gecesini İhyâ Adına Neler Yapılmalıdır
Hangi ibâdet ve hangi iş olursa olsun, dinimizde her işin temeli niyettir. Bu sebeple, ‘mi‘râc gecesi’ni ihyâ edecek olan kişi bu geceyi, bütün dünyevî endişelerden arınmak suretiyle sâlih bir niyetle ve mükâfatını sadece ve sadece Allah Te‘âlâ’dan bekleyerek ihyâ etmelidir.
Bu gece her şeyden evvel bolca tevbe ve istiğfâr edip bağışlanma ve âfiyet talep edilmelidir. Muhtelif salevât-ı şerîfeler elden bırakılmamalı, Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle meşgul olunmalıdır. Bilhassa kaza namazı borcu olanlar, münhasıran bu günahları için af talebinde bulunmalı ve kaza namazı kılmalıdırlar. Vakti müsait olmayanlar, en azından bir günlük kaza namazlarını kılmalıdırlar. Ayrıca bu geceyi sair gecelerden daha özel bir şekilde ihyâ etme adına bu geceye mahsus duâ ve ibadetlere yönelenler, yüksek fazîletlere erişip sırlara nâil olma konusunda önemli bir adım atmış olacaklardır.
Hâceti ve isteği olanlar bu geceyi, hususî fazîletinden de istifadeyle hâcet namazı kılarak değerlendirmelidirler. Samimiyetle yapılacak şahsî duaların yanında, ümmetin ve insanlığın geneli, İslâm coğrafyalarındaki işgal, kan, gözyaşı ve zulmün dinmesi için de duâ etmenin lüzûmu unutulmamalıdır.
Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ömürde en az bir kez olsun kılınmasını tavsiye ettiği tesbih namazını da yine bu gecenin bereketiyle kılmak fazîletli bir iş olacaktır. Bu gibi mübârek geceleri ihyânın en azı, yatsı ve sabah namazlarını cemaatle edâ etmektir. Bu gecenin varlığından haberdar olarak sadece Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in fazîletlerini, efdaliyetini ve mi‘râcını hatırlamak ve bu hâdiseyle ilgili malûmat edinerek bu lütuftan hoşnut olmak dahî bu geceyi ihyânın bir yönüdür.
Muhtaçları gözetmek, hayr-ı hasenât ve tasaddukta bulunmak, ilim yuvaları ve dinî müesseseleri sadaka-i câriye ile desteklemek ve sohbet meclislerinde bulunmak da yine büyük fazîletlere ve bol miktarda ecre ulaşma noktasında, bu gece unutulmaması gereken işlerdendir. Bu mübârek gecenin gündüzünü oruçlu geçirmek de hem Receb-i Şerîf gibi oruç tutulmasında büyük mükâfat olan bu ayı belli ölçüde değerlendirmek, hem de hususan bu geceyi bihakkın ihyâ açısından ayrıca önem taşımaktadır.
Mi‘râc gecesi merasimleri esnasında, Kur’ân-ı Kerîm kıraati, evrâd, ezkâr, salavât-ı şerîfe, her türlü ibâdet-taat yapılmalı, ayrıca Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i anlatan şiir ve kasîdelerin dışında birtakım şarkılar söylenmesi, çalgı aletlerinin kullanılması ve merasim meclislerinin kadın-erkek karışık bir şekilde kurulması gibi gayrı meşru işlere tevessül edilmemeli, bu mübârek gecelerin ifsadına yol açacak davranışlardan uzak durulmalıdır.
Yapmakta olduğunuz ve mi‘râc gecesi yapacağınız duâ ve ibâdetlerin makbûliyeti; bu mübârek gecenin, ümmetin halâs ve felâhına vesile olması temennisiyle…
Dipnotlar
[1] Şemseddin Sami, “İsrâ”, Kâmûs-i Türkî, İstanbul 2011, İdeal Kültür Yayınları, s.1057, “Mi‘râc”, s. 91-92, “Urûc”, s.721; Mustafa ibnü Şemsüddin el-Karahisârî, “es-Serâ”, Ahter-i Kebîr, İstanbul 1310, c.1-2, s.319, “Mi‘râc”, s.256, “Urûc”, s.34
[2] İnşirâh Sûresi:1. Âyet-i kerimede yer alan Şerh-i Sadr veya Şakk-ı Sadr olarak ifade buyrulan hâdise, maddî olarak gerçekleştiği gibi, zor günler geçirmekte olan Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ıstıraba ve ileride karşılaşacağı birtakım problemlere mukavemet gösterebilmesi açısından, mânevî yönden de gerçekleşmiştir. İlki Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in çocukluğunda, ikincisi bi’setinden (vahiy gelmeden hemen) önce, üçüncüsü ise mi‘râc hâdisesinden evvel olmak üzere, üç kez gerçekleştiği bildirilen bu hâdisenin bir başka mühim yönü de, peygamberlerin hayatının, nübüvvetten evvel de mûcizelere konu olup olamayacağı hususuna olan taallukudur. Ehl-i Sünnet’e göre peygamberlerin nübüvvet öncesi hayatı da mûcizeye konu olabilir ve bu dönemde gerçekleşen harikulâde hâllere: ‘irhâs’ denilir. Bu aşama, peygamberlerin, nübüvvete hazırlık aşamasıdır. Bkz. Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, “İnşirâh Sûresi Tefsîri”, İstanbul, Akçağ Yayınları, c.23, s.222-229)
[3] Şakk-ı Sadr hâdisesinin ne şekilde gerçekleştiğini Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle anlatmıştır: “Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında yatıyordum. Uyku ile uyanıklık arasında bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. (Bu sözünü söylerken boğaz çukurundan sakal hizasının son bulduğu yere kadar olan kısmı gösteriyordu.) Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içi îmân ve hikmetle dolu, altından bir kap getirildi. Kalbim (çıkarılıp su ve Zemzem ile) yıkandı. Sonra içerisi îmân ve hikmetle doldurulup tekrar yerine kondu…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk:6, Enbiyâ:22, 43; Müslim, Îmân:264)
[4] Hüzün senesiyle ilgili detaylar için bkz. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 2/122-123.
[5] Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in Beytülmakdis’de diğer Peygamberlere imâmeti; “O, peygamberini hidâyetle ve hak dîn ile gönderendir. (Bu da) onu (o hak dîni) diğer bütün dîn(ler)e galib kılmak için(dir). (Senin bu suretle gönderildiğine) tam şâhid olarak da Allah yeter. “ şeklindeki Fetih Sûresi’nin 28. âyet-i kerîmesinin hitâbı da göz önüne alınarak, risâletinin kendisinden evvel gönderilmiş (sonradan tahrif edilmiş) din mensupları üzerine de hâkim olacağı mânâsına hamledilmiştir. Bu konuyla ilgili detaylar için bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, İstanbul’un Tarihçesi ve Fetih Sûresi Tefsiri.
[6] Buhârî, Salât:1, Tevhîd:37, Enbiyâ:5, Bed‘ü’l-Halk:7, Menâkıb:24, Menâkıbü’l-Ensâr:42; Müslim, Îmân:259, 262-263, Fezaîl:164; vd.
[7] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân:10, 27, 34, Megazi:12; Müslim, Müsafirîn:255,256
[8] Ahmed ibnü Hanbel, el-Müsned:1, 422; Müslim, Îmân:279
[9] İsrâ Sûresi:60 Ayrıca Müddessir Sûresi’nin 31. âyet-i kerîmesi de bazı hususların tasdiki ve reddi açısından aynı ayırt edici durumu içermektedir.
[10] Konunun imtihana bakan bu önemli yönünü anlayabilmek için hem âyet-i kerîmelerin nüzûl ettiği dönemi, hem de inkâr modasına gark olmuş günümüz örneklerini nazara almak önem taşımaktadır. Hazreti Ebûbekir (Radıyallâhu Anh)ın sıddîkiyyeti de Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in risâletini tasdikten sonra, İsrâ ve Mi‘râcı tasdikiyle perçinlenmiştir. Birilerinin sadakatini artıran bu hâdise, Ebû Cehil gibi azılı müşriklerin ise şirkini daha da artırıp saldırganlaşmalarına sebep olmuştur. Detaylı malumat için bkz. İbnü Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, İstanbul, Çağrı Yayınları, c.3, s.166-181
[11] İsrâ Sûresi:1
[12] Meâl ve tefsir için bknz. Necm Sûresi:1-18. âyet-i kerîmelerin tefsiri.
[13] İsrâ hâdisesinin Kur’ân-ı Kerîm ile sabit olması sebebiyle ve inkârının küfür olduğu; mi‘râc hâdisesinin ise tevatür seviyesine erişmiş haberlerle nakledilmiş olduğundan reddinin bid‘ât olup, münkirinin dalâlete duçar olacağı; Fıkhu’l-Ekber başta olmak üzere, Tahâvî, Emâlî ve Nesefî gibi, Ehl-i Sünnet’in temel akâid metinlerinde açık bir şekilde kaydedilmiştir.