Miladi takvim esas alındığında bugün, o kutlu yolculuğun yıl dönümüdür. Hicret, bundan takriben 1400 sene evvel gerçekleşmiş olan ve birçok açıdan tarihi önem taşıyan bir hadisedir. Bir günlük değil, ashâbın zümreler halinde peyderpey gerçekleştirdiği bir vak’adır. Daha evvelinde Habeşistan hicreti[1] ve Necâşî’nin Müslümanların gündemine girmesi, hanîf[2] çizginin tarih boyu varlığı, konuyla bağlantılı diğer önemli hususlardandır.
Hicret Boyun Eğerek Yurdu Terk Etmek Değildir
Müslümanların yurtlarını terk etmelerinin sebebi bir tür boyun eğme ya da kaçıp kurtulma endişesi değildir. Verilecek olan kutlu mücadeleye yönelik bir hazırlık ve mücadele için şartların olgunlaşması noktasında zaman kazanma amacına yöneliktir. Müslümanların, müşriklerle mücadele edecek düzeyde silah, teçhizat ve maddî güce sahip bulunmamaları, hicreti gerekli kılmıştır.
Hicretten evvelki tablo öylesine çetindir ki, müşrikler yalnızca İslâmiyet’i kabul etmiş olanlara değil, müşrik olduğu halde Müslümanları muhafaza edenlere de ambargo uygulamışlardır. Hicret arifesinde dahi müşriklerin, Peygamber Efendimiz (Aleyhissalâtu Vesselâm)a suikast tertip etmiş olmaları o dönemin şartlarını ve Müslümanların içerisinde bulunduğu ahvâli net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Hicretin Tarihi Sonuçları
Medine-i Münevvere’de İslâm Devleti’nin temellerinin atılması, tarihin en önemli vesikalarından biri olan Medine Sözleşmesinin imzalanması[3], Mescid-i Nebevî’nin inşâsı ve toplumsal açıdan muâhâtın[4] gerçekleştirilmesi hicretin tarihi sonuçlarındandır. Hicretle birlikte Müslümanlar işkence, baskı ve ambargo ortamından kurtulmuş, İslâmiyet’i açıktan ve içtimâî açıdan da hayata tatbik etme imkânı bulunmuştur.
Hicret Bize Bugün Ne Söyler?
Hicret, kavimlerin ya da belli toplulukların zaman zaman muhtelif sebeplerle başvurdukları bir göç hadisesi olarak tarihi çok eskilere giden bir kavramdır. Bugün de Suriyeli kardeşlerimiz başta olmak üzere muhtelif coğrafyalarda mukim bulunan kardeşlerimiz hicret etmek zorunda kalmışlardır. Bu toplumsal mefhumun herkesi kapsayan bir ahkâmı vardır. Bazı hadîs-i şerîflerde hicret etmenin lüzumundan bahsedilirken bazı hadîs-i şerîflerde ise fetihlerden sonra hicretin söz konusu olmayacağı yer almaktadır. Buna göre: geçerli bir sebep olmaksızın göç etmek caiz görülmezken; Dâru’l-Harb’den Dâru’l-İslâm’a hicret etmek, topraklarında can güvenliği ve emniyeti artık ortadan kalkmış bulunan ve bunu tesis edip sağlama imkânı da bulunmayan Müslümanların başka bir bölgeye hicret etmeleri caiz hatta durumuna göre gerekli görülmüştür.[5]
Hicretin toplumsal yönden kavramsal bir tanımı ve bağlamı olduğu gibi hayatın içerisine dönük de bir ciheti vardır. el-Müddessir Sûresi’nin 5. Âyetinde: “kötü şeyleri terk etmek” şeklinde ifade buyrulan ve Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’den “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimsedir” şeklinde rivâyet edilmiş hadîs-i şeriflerin beyanı[6] çerçevesinde ortaya çıkan bu kapsam, hiçbir Mü’minin müstağni kalamayacağı, hepimizi ilgilendiren bir alanı işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında hicretin tarihi, Ashâb-ı Kehf’e kadar dayanır. İkinci Bin Yılın Müceddidi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (Kuddise Sirrûhû) Mektûbâtı’nın pek çok yerinde hicreti mevzu bahis ettiklerinde Ashâb-ı Kehf’in örnekliğini dile getirmişlerdir.[7]
Hicret’i zâhirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayıran İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (Kuddise Sirrûhû), zâhirî hicretin mümkün olmaması durumunda bâtınî olarak hicret etmenin önemini vurgulayarak: ‘’Zahiri hicret müyesser olmayınca; kemaliyle, batini hicrete riayet etmek gerek. Zahirde onlarla beraber olmalı; ama batında onlardan ayrı durmalı…’’[8] ifadeleriyle bize ışık tutmaktadır. Peygamber Efendimiz’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hicretin en faziletlisi hangisidir sualine: ‘’Rabbinin kerih gördüğü şeyleri terk etmendir’’ şeklinde cevap verdikleri yönündeki rivâyet[9], ‘’Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir’’[10] ve ’’Muhâcir hata ve günahları terk eden kimsedir’’[11] şeklinde nakledilmiş olan hadîs-i şerifler, hicretin hayatın içerisine yönelik bize dönük konumunu ortaya koyan, başlıca delillerdendir.
Hicreti hatırlamak, yalnızca ay ya da güneş takvimine göre bu kapsamda gerçekleşmiş olan hadiseleri anıp yâd etmek olmamalıdır. Hicret ruhuna uygun bir şekilde, kötülükleri ve fenalıkları bertaraf etmeye çalışmak; müdahale ile başarılamadığı takdirde orayı terk etmek, bunun da mümkün olmadığı durumlarda en azından kalpten buğzetmek ve zâhiri olarak başarılamasa da, ortam terk edilmediği halde bâtınî olarak o ortamda yapılan işlerden ve bulunan kimselerden ayrı durmak olmalıdır.
Dipnotlar
[1] Habeşistan’a Hicret: Mekke Müşriklerinin baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hâl aldığında Efendimiz (Aleyhissalâtu Vesselâm) Mü’minlere hicret edebileceklerini bildirmiştir. Habeşistan’ın tercih edilmesinin sebebi: Habeşistan’la Kureyş’in bir tür ticaret anlaşmasının bulunmasıdır. Habeşistan kralı Necâşî’nin âdil bir hükümdar oluşuna bağlı olarak o bölgeyle olan iyi ilişkiler ve gerek coğrafyanın gerekse de yolun bilinir olması Habeşistan tercihini etkileyen önemli faktörlerdir. Aralarında Râşid Hâlifelerin üçüncüsü, Peygamber Efendimiz (Aleyhissalâtu Vesselâm)ın damadı Hazreti Osman b. Affân ve pâk zevceleri Hazreti Rukayye (Radıyallâhu Anhumâ)’nın da bulunduğu ilk kafilenin yola çıkmasıyla birlikte ilk hicret böylece gerçekleşmiştir. (M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi)
[2] Haniflik: Farklı şekillerde tarif edilmişse de genel manasıyla Allah Te’âlâ’nın göndermiş olduğu dine imân eden, gerek fetret devirlerinde gerekse de aralarında rasûl bulunduğunda bu yoldan asla sapmayan, hak dinin tahrif edilmesi durumunda buna itibar etmeyip muvahhîd çizgiyi koruyup muhafaza eden ve nesilden nesle aktararak yaşamasını sağlayan, her daim hak üzere bulunanlar zümresidir. (Bkz. Şaban Kuzgun, Hanîf, DİA, C.16, s.38)
[3] Medine Vesikasının Önemi: Müslümanlar, Medineli Araplar ve Yahudiler arasında imzalanmış bulunan, adalet, suçun şahsiliği, sigorta, vatandaşlık ve savunma, Medine İslâm Devleti’nin sınırları, din özgürlüğü ve takva gibi önemli hususları muhteva eden, İslâm Tarihinin ilk anayasası olarak ifade edilen ve muhteva zenginliği açısından da sonraki asırlara ışık tutan mühim bir vesikadır.
[4] Muâhât: Bedir Gazvesinden evvel 90 veya 100 kişi arasında tesis edildiği rivâyet edilen, hak, eşitlik, miras vb. konuları kapsayan bir tür kardeşlik anlaşmasıdır. Sözde kalmayan bu anlaşma, kan bağıyla kardeş olanlardan daha sıkı bir kardeşliği beraberinde getirmiş, malların, arazilerin ve hakların bölüşülmesi noktasında bugün modern dünyaya örneklik teşkil edecek bir seviyede sağlanmıştır. Hicret esnasında da muhacirlerin birbirleriyle yardımlaşmaları açısından eşleştirme şeklinde bir tür kardeşlik tesis edildiği tarih kitaplarında kayıtlıdır. Başta Ensâr ve Muhâcir arasında tesis edilmiş olan bu kardeşlik ilerleyen dönemlerde, bölgedeki diğer kabile ve farklı unsurların kaynaşmasından sonra İslâmiyet’in yayıldığı coğrafyalardaki farklı kavimlerin birbirleriyle İslâm kardeşliği çatısı altında buluşmalarına zemin hazırlamıştır.
[5] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, II, 242.
[6] Buhârî, “Îmân”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 4, “Vitir”, 11; Müsned, IV, 114.
[7] Bkz. Mektûbât-ı Rabbânî, 44. Ve 65. Mektuplar.
[8] Mektûbât-ı Rabbânî, a.y.
[9] Sünen-i Nesâi, Bey’at 12; Ahmed b. Hanbel Müsned IV, 114.
[10] Sahîh-i Buhârî, İmân, 4; Sünen-i Ebu Dâvûd, Cihâd 3.
[11] Sünen-i İbn Mâce Fiten 2.