Mektuplarının hemen hepsinde sünneti seniyyeye tâbi olmaya teşvik eden İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), dine sonradan sokulan bid’atlardan son derece sakındırmaktadır. İşlenen her bir bid‘atın, bir sünneti öldüreceğini bildirerek, bazı âlimlerin bid‘at-ı hasene tabirini de doğru bulmamaktadır. Hiçbir bid‘atta en ufak bir aydınlık bulunmadığını bildirirken, zamanın insanlarının fesada uğraması sebebi ile sünnetlerin, gece karanlığında gözüken ateş böcekleri gibi olduğunu söyleyip azaldığından şikâyetlenmektedir.
İkinci cildin 55. mektubunda şer-i şerîfin hükümlerinin ortaya konmasının usulü hakkında konuşurken, bu husustaki sünneti seniyye’nin mertebesini şu şekilde anlatır:
“Şunu bil ki, Kur’ân-ı Kerîm şer-i şerîfin hükümlerinin tamamını bir araya toplayıcıdır. Bilâkis, kendisinden önce geçen bütün şeriatların ahkâmını ihtiva etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in bütün hükümleri ihtiva etmesi hususundaki sözlerin maksadı şudur: Bu şeriatın hükümlerinin bazısı, Kur’ân’daki delillerin ibaresi ile âyetin kendisi için indirildiği manaya bakmakla anlaşılır. Diğer bazısı, Kur’ân’daki delilin işareti ile (âyetin kendisi için indirildiği mananın yanında bir başka manaya da işaret etmesiyle) anlaşılır. Diğer bazısı, Kur’ân’daki delilin delâleti ile (lügat bakımından kendisinden anlaşılan mana ile) anlaşılır. Diğer bazısı, iktiza ile (şer-i şerîfe göre Kur’ân-ı Kerîm’deki kelimeye verilmesi gereken manaya bakmak ile) anlaşılır. Bunları anlamakta sıradan insanlarla özel insanlar aynı durumdadır. (Ancak lügat ehli olmak ve Arapçanın inceliklerine vâkıf olmak şarttır.)
Başka birtakım hükümler vardır ki ictihad yapmak, derinlemesine düşünerek delilden hükmü çıkarmak vasıtası ile ortaya çıkar. Bu anlayış ise ümmetin müctehid imamlarına aittir. İsterse bu ictihad eden Peygamberimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) olsun [cumhura göre Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ictihad yapar, fakat bu içtihadı Allah Te‘âlâ tarafından bir uyarı ile değiştirilmezse, o bizim için artık kesin ve değiştirilemez dinî bir hükme dönüşür], isterse sahâbe-i kirâm (Radıyallâhu Anhum) olsun, isterse sair müctehidler olsun fark etmez. Ancak Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) zamanındaki ictihadla anlaşılan hükümler, doğru ile yanlış arasında tereddütlü değildir. Çünkü onun zamanı vahyin zamanı idi. Haklı olanın doğrusu ile hatalı olanın yanlışı, kesin vahiy vasıtası ile birbirinden ayırt ediliyordu. Bu sayede hak batıl ile karışık olarak kalmıyordu. Vahyin sona ermesinden sonraki müctehidlerin delillerden (usûlüne uygun şekilde fikir yürüterek) çıkarmış oldukları ictihadî hükümler ise bunun hilâfınadır. Çünkü onlar doğru ile hata arasında tereddütlüdür. Bu sebepledir ki, vahiy zamanında mukarrer olan (Allah Te‘âlâ tarafından vahiyle reddedilmeyen) ictihadlara ait hükümler yakini gerektirir (bilgi yönünden kesinlik ifade eder.) Bu yakin ise hem amelî hem de itikadî olarak ona iman edip onunla amel etmeyi gerektirir. Vahiy zamanından sonraki ictihadî hükümler ise zannı gerektirir (az da olsa zan taşıyan bir bilgiyi ifade eder.) Bu da onunla amel etmeyi gerektirir. İtikadî açıdan mecburen inanılmasını gerektirmez (inkâr edeni iyi bir iş yapmamış olsa da küfre nispet edilmez).
Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerinin bir üçüncü kısmı da vardır ki, insana ait olan anlama takati ondan âciz kalır. Ahkâmı indiren Allah Te‘âlâ tarafından bildirilmedikçe, bu hükümlerin anlaşılması düşünülemez. Allah Te‘âlâ tarafından bu bildirmenin meydana gelmesi Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e aittir. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den başka (herhangi) bir kimse için meydana gelmez. Bu hükümler her ne kadar kitaptan alınmış iseler de ancak bunların mazharı (ortaya çıktığı yer) Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) olunca mecburen bu hükümler, sünnet-i seniyyeye nispet edilmiştir.
İctihâda ait olan hükümlerin ortaya çıktığı yer kıyas olunca, ictihadî hükümlerde kıyasa nispet edilmişlerdir. Neticede sünnet-i seniyye ve kıyastan her biri (her ne kadar bu iki mazhar arasında çok fark var ise de), hükümlerin mazharı (ortaya çıktığı yer) olur. Çünkü bunlardan biri (kıyas), kendisinde hata ihtimali olan re’ye dayalıdır. Diğeri (sünnet-i seniyye) ise kendisinde hata ihtimali bulunmayan Allah Te‘âlâ tarafından bildirmekle desteklenmiştir. Ahkâm-ı şer‘iyyenin ortaya çıktığı bu ikinci yerin (sünnet-i seniyye) aslına (kitaba) tam bir benzemesi söz konusudur.”
Ahkâm-ı Şer‘iyyenin Teşekkülünde Sünnet-i Seniyyenin Katkısı
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) ikinci cildin 36. mektubunda Şia’nın yanlışlıklarını anlatırken, ahkâm-ı şer‘iyye’nin oluşmasındaki sünnet-i seniyye’nin katkısını şöyle anlatır:
“Bu Şia fırkası, Ebû Hüreyre (Radıyallâhu Anh) aleyhine konuşurlar. Bilmezler ki onun aleyhine konuşmak Ahkâm-ı Şer‘iyye’nin yarısının aleyhine konuşmaktır. Çünkü muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: Ahkâm hususunda üç bin hadîs-i şerîf vârid olmuştur. Yani şer-i şerîfin üç bin kadar hükmü, sünnet-i seniyye ile sabit olmuştur. Bunlardan bin beş yüzü, Ebû Hüreyre (Radıyallâhu Anh)ın rivâyeti ile sabit olmuştur. Böyle olunca onun aleyhine konuşmak, ahkâm-ı şer‘iyyenin yarısının aleyhine konuşmak olur.
İmam Buhârî (Rahimehullâh) şöyle demiştir: Ebû Hüreyre (Radıyallâhu Anh)dan hadîs rivâyet edenler, sahâbe-i kirâmdan ve tâbîinin büyüklerinden olmak üzere üç yüz kadardır. Bunlardan biri Abdullah ibni Abbâs (Radıyallâhu Anhumâ)dır. Abdullah ibni Ömer (Radıyallâhu Anhumâ) da ondan rivâyette bulunmuştur. Câbir ibni Abdillâh (Radıyallâhu Anh) ve Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh) da onun râvîlerindendir.”
Sünnet-i seniyyeyi hayatının düsturu haline getirmiş gönüller Sultanı İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), birinci cildin 286. mektubunda hususiyle akaide ait hükümleri, umumu ile bütün hükümleri kitaptan ve sünnetten almak gerektiğini bildirir. Bu iki büyük kaynaktan Ehl-i Sünnetin anladığı mananın vakıaya mutabık (gerçek mana) olduğunu beyan eder ve bu durumu şöyle anlatır:
“Manevî yürüyüşle Mevlâ Te‘âlâ’ya kavuşmak isteyen Allah (Celle Celâluhû) yolcusu için zaruri olan işlerden birisi de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin kitap, sünnet ve selef-i sâlihînin eserlerinden çıkartmış oldukları şekilde sağlam bir inanca sahip olmaktır. Kitap ve sünneti, ehl-i hakkın yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin çoğunluğunun anladığı manaya hamletmek zaruridir. Faraza, seyr-i sulûk (manevî yürüyüş) esnasında bu manalara muhalif, zıt bir mana ortaya çıkacak, kalbe gelecek olsa ona itibar etmemeli ve ondan Allah Te‘âlâ’nın korumasına sığınmalıdır. Daima Mevla Te‘âlâ’ya sığınmalı ve yalvarmalı, işleri ehl-i hakkın görüşlerine mutabık olarak göstermesini, kıl kadar da olsa, onların görüşlerine muhalif bir şey açığa çıkarmamasını istemelidir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin anlamış olduğu manaları, keşfini doğrulayacak delil yapmalı ve ilhamının doğruluğunun ölçüsünü, bundan başka bir şey yapmamalıdır. Onların anladığı manalara muhalif/zıt olan manalar itibar sahasından düşmüştür. Çünkü her mübtedi (ehl-i sünnetin söylemediği manayı iddia eden her bid‘atçı) yoldan çıkmıştır. İnandığı manaların kaynağı ve yol göstericisinin kitap ve sünnet olduğunu zanneder. Çünkü zayıf ve illetli olan anlayışları ile doğruyla uyumlu olmayan manaları anlar. “Allah (Celle Celâluhû) bu sebeple birçok kişiyi şaşırtır/yoldan çıkartır, birçok kişiyi de hidayete/doğruya ulaştırır.
Kitap ve sünnetten anlaşılması gereken manalarda muteber olanın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimleri tarafından anlaşılanlar olduğunu, Ehl-i Sünnet ulemasının anladığı manalara zıt olan, başka kimselerin anladığı manaların, muteber olmadığını söyledim. Çünkü Ehl-i Sünnet âlimleri bu manaları Sahâbe-i Kirâm ve Selef-i Sâlihînin eserlerini inceleyip araştırarak elde etmişlerdir. Bu manaları onların hidayet yıldızlarının nurlarından almışlardır. Bu sebeple, ebedî kurtuluş onların görüşlerine bağlı olmuştur. Sermedî (sonsuz) felâh (rahata erme) onların nasibi olmuştur. “Onlar Allah (Celle Celâluhû)nun taraftarlarıdır. Uyanık olun ki felâha kavuşacaklar, ancak Allah (Celle Celâluhû)nun taraftarlarıdır.”