Hilâfetin İslâm dünyasını bir arada tutma konusunda ne kadar mühim bir kurum olduğunu ilgâ edilmeden evvel açık bir şekilde son kez hissettiren, ittihâd-ı islâm’ın yeniden tesisi konusunda en büyük rehberlerden biri olan Sultan 2. Abdülhamid Hân Hazretleri’ni, vefâtının sene-i devriyesi olan 10 Şubat tarihi vesilesiyle hatırlıyor, hayırla ve minnetle yâd ediyoruz. Hâl tercemesi daha evvel site içeriğimizde yayımlanmış olduğundan biz bu yazımızda, içerisinde bulunduğumuz günün de anlam ve önemine binaen vefât hadisesi üzerinde durmak istiyoruz. Hâl tercemesi için tıklayınız…
Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın Vefâtı
Miladî takvim, Müslümanlar için birçok olumsuz gelişmenin yaşandığı ve Âlem-i İslâm’ın târihinde hiç olmadığı kadar dağılmaya yüz tuttuğu bir seneyi; 1918’i göstermektedir. Cennet mekân Sultan 2. Abdülhamid Hân Hazretleri, 77 yaşına basmış, son derece mahzûn ve yorulmuş bir hâldedir.
Bütün gücünü devletin çöküşünü engelleme uğrunda sarf etmesine rağmen çöküşe mani olamamıştır. Büyük mütefekkir Necip Fazıl onun vefâtını, uçuruma sürüklenen milletinin çöküşüne şahit olmaktan ve yabancı bayrakların çekili olduğu düşman donanmalarını Dolmabahçe önünde demirlemiş vaziyette görmekten muhafaza edildiği şeklinde yorumlamıştır. Bu Rahmânî muhâfazayı kaderin bir cilvesi olarak değerlendirmiştir.
Yaratılış itibariyle zaten zaif ve naif olan bünyesi, büyük çilelerle geçen senelerin sonuda derin bir çöküntü içerisine girdi. Sağlığı artık her geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Yaşı da hayli ilerlemiş, 77 olmuştu. Buna karşın, pâdişâh olduğu günden itibaren hiçbir zaman terk etmediği sabah guslüne devam konusunda özen içerisindeydi. Ümmetin birliği için bütün hücreleriyle mücadele eden Sultanın ayakları, sabah gusüllerinden sonra artık bir türlü ısınmak bilmiyordu. Sarsıcı bir titreme, son bulmayan üşüme, derinden hissedilen bir hâlsizlik onu günden güne kuşatıyordu. Sultanın ısınabilmesi için çözüm aranıyor, ayaklarının altına sıcak tuğla konulması gibi çarelere başvuruluyordu.
Vücudunun Solunda Belirip Tamamına Yayılan Ağrı
Özel doktoru olan Âtıf Bey, Sultanın hastalığını yakından takip ediyor, önlemler almaya çalışıyordu. Yedikleri de artık dokunmaya başlamıştı ve perhiz uygulanmak zorundaydı. Şubat ayının ilk haftalarında yediği bir akşam yemeğinin ardından mide ağrısıyla başlayan ciddi bir rahatsızlık yaşadı. Doktoru hâzır bulunmadığından acilen iki doktor getirtilerek derhâl muayeneye alındı. Sultanın müsaadesiyle evine gitmiş olan hususî doktoru Âtıf Bey, derhal Saraya çağrıldı. Rengi limon misali sapsarı kesilmiş olan cihân pâdişâhının nabzı 145, teneffüsü ise 5 dolaylarında seyrediyordu. Hanımı Müşfika Sultanın, biraz daha rahatlaması için üzerini değiştirerek gece kıyafetini giymesi yönündeki teklifini, doktorların ve yabancı diğer bazı kimselerin yanına girip çıktığı gerekçesiyle reddetti.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, biraderi Sultan Mehmed Reşad da artık iyice tedirgin olmuştu. Haber göndererek gereken şeylerin yapılması konusunda her türlü yardımda bulunabileceğini bildirdi. Sultan 2. Abdülhamid Hân bu teklife de, yapılanların yeterli olduğunu ifâde ederek teşekkürle mukâbelede bulundu.
Doktorlar gece boyunca nöbetleşe bir vaziyette uyguladıkları türlü yöntemlerle Sultanın ağrılarını dindirmeye çalıştılar. Sabahın ilk saatlerinde Sultan Reşad’ın doktorları Saraya gelerek bir de onlar muâyene ettiler.
Son muâyene ile Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın durumunun ciddiyeti daha net bir şekilde anlaşıldı. Artık yakınlarını görmesi gerekiyordu. Bütün yakınları Beylerbeyi Sarayı’na davet edildi. Şehzâdeler başta olmak üzere bütün akrabaları geldi; fakat Şadiye Sultan hariç! Şadiye Sultan o günlerde maatteessüf yatakta tedâvi gördüğünden Saraya gelebilmesi mümkün olmamıştı.
10 Şubat 1918 Pazar günü herkes Sarayın bir köşesinde beklemekteydi. Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın tedâvi gördüğü odaya girip çıkıyorlardı. Ağır bekleyiş herkesi son derece savunmasız bırakmıştı.
Vefât Gerçekleşiyor
Ve içeriden duyulan gürültü Sultanın vefâtının habercisiydi. Bayıldığı düşünüldü fakat doktorun atmayan nabzı fark etmesiyle her şey anlaşıldı. Ağzından çıkan son kelime de, hayatını dînine adadığı Allah Azze ve Celle’nin adı oldu: ‘’Allâh!’’[1]
Cenâze işlemleri için Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na intikâl edildi. Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın teçhiz, tekfin ve cenâze sürecinin şâhidi olan Ahmet Refik Bey’in ifâdesiyle ‘yıkandıkça güzelleşen naaş’ı kefenlenip tabuta konulduktan sonra cenâze namazı edâ edildi. Sultan 2. Abdülhamid Hân, dönemin Şeyhülislâm’ı Musa Kâzım Efendi’nin kıldırdığı cenâze namazının ardından, mensubu bulunduğu Şâzelî Tarîkatının usûlü takip edilerek Sultan 2. Mahmud Türbesi’ne defnedildi.
Üstâd Necip Fazıl’ın: “Ulu Hakan Sultan Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır” sözleriyle şahsiyyeti ve siyasetini anlamanın önemini vurguladığı cihân pâdişâhını vefâtının sene-i devriyesinde rahmetle ve minnetle bir kez daha yâd ediyoruz.
Dipnotlar
[1] Necip Fazıl Kısakürek’in Ulu Hakan Abdülhamid Han adlı eserinin, Sultan 2. Abdülhamid Hân’ın vefatını ihtivâ eden bölümünden özetlenmiştir.