İlim; Kur’ân’da vahiy kaynaklı olduğu beyan edilen ve doğruluğuna da Kur’ân-ı Kerîm’in şahitlik ettiği bir bilgidir. Bu bilgide bundan ötürü zan ve şüphe yoktur. Bu aynı zamanda, Allah (Celle Celâluhû) ve Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in birçok defa övdükleri ve talibine, ilâhî mükâfatlar vadettikleri ilmin, ne tür bir ilim olduğunu da göstermektedir.
“(Ömrü inkâr ve isyanla geçerek cehennemi boylayan kişi mi) yoksa kendisi âhiret(in azap ve meşakkatlerin)den sakınmakta ve Rabbinin rahmetini ummaktayken, gece saatlerinde secde eden ve kıyamda duran biri olarak itaat edici kimse mi (dünya ve âhiret bakımından daha iyi konumdadır)? (Habîbim! İlim ve amelin şerefini açıklamak üzere) De ki: ‘O (İslâm’ı) bilmekte ol(up, ona göre yaşay)an kimselerle, o (hakkı) bilmeyen kişiler eşit olabilir mi (hiç)?’ (Bunca açıklanan nasihatlerden) ancak hâlis akıllara sahip kimseler iyice öğütlenir! (Müşriklerde ise böyle bir akıl ne arar!)” (Zümer Sûresi:9)
Nakletmiş olduğumuz âyet-i kerîmenin lafzı, ilmin her türlüsünü (faydalı, faydasız) kapsayacak şekilde gelmiştir. Fakat âyet-i kerîmenin mânâ bütünlüğü dikkate alındığında vakıanın böyle olmadığı ortaya çıkar. Âyet-i kerîmede “bilenler” olarak ifade edilen kimseler, takva üzere, ihlaslı şekilde amel eden ilim sahipleridir.
İlmi Muhafaza Etmenin Üç Yolu
İlim üç şekilde muhafaza edilir. Satırlarda, yani yazı yoluyla risalelerde ve kitaplarda; akılda, yani ezber yoluyla zihinde; amelde, yani elde edilen ilimle samimi bir şekilde amel ederek…
Satırda ve akıldaki ilme herkes ortak olabilir. Müslüman olsun veya olmasın bütün bilim adamları, oryantalistler, papazlar ve sair gibi. Elde edilen ilimlerin bu manada ortakları vardır. Ama gayrimüslimler bu ilimleri sadece bilmek ve Müslümanların aleyhine kullanmak için öğrenmekteler. Gerçi Müslümanlar arasında da bu ilimleri sadece bilmiş olmak için öğrenenler bulunmaktadır. Ama faaliyet hâlindeki ilim, yani imanla beraber bulunan ilim, amel ve ihlâs ise sadece Müslümana has bir iştir.
Burada anlaşılması gereken, sadece ibadet etmek değildir; ibadet olsun veya olmasın, hayatın her alanında İslâm’ın izzetini muhafaza etmek ve Müslüman şahsiyetine yakışır davranmaktır.
İlim öğrenmenin asıl gayesi Allah (Celle Celâluhû) ve Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hükmünü yeryüzüne hâkim kılmak değil midir? Bunun için sadece bilmiş olmak için öğrenmekten ziyade, sahip olunan ilimle beraber düşünüp tefekkür etmek gerekir. Bu tefekkür bizlere, kâfirin tahrif ettiği dinlerini ve yerine ikame ettiği ideolojilerini hayatın her alanında mahkûm etmenin yollarını vermelidir. Bunun neticesinde Şerîat-ı Ğarra-yi Muhammediye’nin hayata tatbik yolları bulunmalıdır.
Efendi Hazretlerimizin söylemiş olduğu: “İlim sahibi oldunuz, ama şuur sahibi olamadınız.” sözünü de bu manada değerlendirmek lazımdır.
İlim; eşyanın hakikatini, varlığın gaye ve hikmetini anlamaya çalışmaktır. İlim, sorumluluk ve görevlerimizin farkında olmaktır. Kur’ân-ı Kerîm, bizlere “Oku” emriyle hitap ederken herhangi bir ayrım gözetmemiştir. Kitabın âyetlerini ve kâinatın ayetlerini birlikte okumamızı emretmiştir. Allah (Celle Celâluhû) kitabını okumamızı istediği gibi, bütün bir kâinatı ve orada konulmuş ilâhî kanunları da okumamızı istemiştir. Velhasıl dinimiz, “Hikmet müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî, “İlim”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 17) hadîs-i şerîfi gereği, insanlığa faydalı olan, insanın dünya ve ahirette menfaatine olan her türlü ilmi tahsil etmemizi bizden istemiştir.