İlâhî hikmet gereği aslî vatanından uzaklaştırılan insan, Peygamberler (Salâvâtullâhi Aleyhim Ecma‘în), onların varisleri olan Evliyaullah (Kaddesallahu Esrârahum)un davetlerine icabet ederek Rabbi ile tekrar münasebet kurmuştur. Bu sayede aslî vatanına manen kavuşan ve onun fevkinde öteler ötesine ilmî bir yolculuk yapmasına vesile olan ilim, tasavvuf ilmidir. Bu muazzez ilmin Şerîat-ı Ğarra’daki konumu hususunda söz sahibi olan İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), Mektûbât-ı Şerîfinın 1. cildinin 36. mektubunda şöyle buyuruyor:
“Bil ki, şerîatın üç cüzü (parçası) vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bu üç cüz bir araya gelmediği müddetçe, şerîat kâmil manada gerçekleşemez. Şerîat-ı Ğarra ne zaman tahakkuk ederse, dünyevî ve uhrevî bütün saadetlerin üstünde olan Hâk Celle Sübhânehû ve Te‘âlâ’nın rızası gerçekleşir.
“Allâh (Celle Celâluhû)dan pek az bir rıza (ve hoşnutluk) ise, (cennetlerden ve tüm nimetlerden) daha büyüktür!”[1] O hâlde şerîat, dünyevî ve uhrevî bütün saadetlere kefil olmuştur. Şerîatın ötesinde ihtiyaç duyulan hiçbir matlab (istenilecek şey) kalmamıştır.
Rızâ Makamı
Sofiyyeye ait olan tarîkat ve hakikat, ihlâstan ibaret olan üçüncü cüzü tamamlamak hususunda şerîatın hizmetçisidirler. Her ikisinin elde edilmesinden maksat, şerîatı kâmil manada tahakkuk ettirmekten başka bir şey değildir. Hâller, mevacid (kalpte oluşan ilahi zevkler) ve bu yolda çalışırken elde edilen birtakım marifetler ve ilimler, asıl maksattan değildir. Bilâkis tarîkat yolunun çocuklarının terbiye edildiği hayaller ve vehimlerden ibarettir. Bunların tamamını aşıp rıza makamına ulaşmak lâzımdır.
Bu makam, cezbe (Allah Te‘âlâ’nın kulunun kalbine bir sevgi atıp kendine çekmesi) ve sülûk (zamansız ve mekânsız olan Mevlâ (Celle Celâluhû)nun vâcibu’l-vücûd olan âlemine yapılan manevî-ilmî yolculuk) makamlarının nihayeti/sonudur. Çünkü tarîkat ve hakikat menzillerini aşmaktan maksat, rıza makamının meydana gelmesini sağlayan ihlâsı elde etmekten başka bir şey değildir. Binlerce kişiden biri, ariflerin müşahede ettiği marifetler ve üç tecelli (esma ve sıfat, fiil tecelliler ve Zât-ı Pâk-i Sübhâniye tecellilerin)den geçildikten sonra, ihlâs devletine ve rıza makamına ulaştırılır.
Anlayışı kıt olanlar, hâlleri ve mevâcidi maksatlardan sayarlar ve müşahedelerle tecellileri, talep edilen şeylerden zannederler. Çaresiz hayal ile vehmin hapsinde kalırlar. Bu tutukluluk sebebi ile şerîatın kemâlâtından yoksun kalırlar. «Senin onları kendisine çağırmakta bulunduğun o (gerçekçi ve çok kolay bir) şey (olan İslâm’ı yaşamak), müşrikler üzerine pek büyük (ve kabulü çok zor gelen bir şey) olmuştur. Ama Allâh (hidâyeti seçeceğini bildiği için, hak dine muvaffak kılmayı) dilediği kişiyi Kendisine (ve rızasına ulaştıran doğru yola) seçer, (Zât’ına ibadete) yönelmekte olan kimseyi de Kendisine (manen yakınlaştıracak özel bir feyze irşâd ve) hidâyet eder.» [2]”
Seyr-i Sülûkün Asıl Maksadı
Daha sonraki satırlarda bu mananın hakikatinin, Habîbullâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in bereketi ile kendisine bu yola on sene kadar çalıştıktan sonra âşikâr olduğunu bildirir.
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) 40. mektubunda, ikitbasta bulunmuş olduğumuz mektubunda anlattıklarına benzer olarak şunları söyler:
“Sülûk menzillerini aştıktan ve cezbe makamlarını kat ettikten sonra şu malûm oldu: Bu seyr-i sülûkün maksadı ihlâs makamının elde edilmesidir. Onun meydana gelmesi de enfüsi ve afaki (batıl) ilâhların yok olmasına bağlanmıştır.[3] Bu ihlâs, şerîatın cüzlerinden bir cüzdür. Çünkü şerîatın üç cüzü vardır: İlim, amel ve ihlâs. Tarîkat ve hakikat, şerîatın ihlâs cüzünü tamamlamak hususunda şerîatın hizmetçileridir. İşin hakikati budur.”
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), 3. cildin 3. mektubunda ise, bir kimsenin Müslüman olması ile beraber enfüsi ve afaki ilâhlar edinebileceği tehlikesine şu şekilde dikkat çeker:
“Denilse ki, tarîkat meşâyihinin (Kaddesallâhu Esrârahum) sözlerinde şöyle bir ibare vardır: “Maksudun olan her şey mâbudundur.” Bu ibarenin manası nedir? Doğrulukla hamledileceği mana nasıldır?
Şöyle cevap verilir: Bir şahsın arzusu o şahsın kendisine yöneldiği şeydir. Bu şahıs hayatta olduğu müddetçe bu maksadını elde etmeye çalışmaktan boş kalmaz ve geri durmaz. Onu elde etmek hususunda kendisine isabet eden her bir alçaklık ve hasisliğe katlanır. Bunlar ona kolay gelir, bu yüzden maksadını terk etmez. Bu ise ibadetin ifade ve ispat ettiği manadır. Çünkü ibadet, Mevlâ Te‘âlâ’nın huzurunda tam bir tevazu ve muhtaçlığı ifade eder. O halde bir şeyin maksad olması, mabud olmasını gerektirir.
Hak Sübhânehûdan başkasının mabud olduğunu reddetmek ancak Allah (Celle Celâluhû)dan başka maksud kalmadığı zaman gerçekleşir. Ondan başka muradın kalmadığı zaman tahakkuk eder.
Bu devleti elde etmek hususunda sâlikin hâline münasip olan “لا اله الا الله”’ın manasını
“لا مقصود الا الله”, yani Allah (Celle Celâluhû)dan başka hiçbir maksud yoktur, şeklinde düşünmesidir. Allah (Celle Celâluhû)dan başkasının maksud olmaması için, ne bir isim, ne de bir resim kalmayıncaya kadar ve O’ndan başka kişide hiçbir arzu ve murad kalmayıncaya kadar, bu kelimeyi bu şekilde tekrar etmesi lâzımdır. Tâ ki, Allah (Celle Celâluhû)dan başkasının mabud olmasını reddetmesinde doğru, bâtıl ilâhları kökünden kazıyıp atmakta haklı olsun.
Bu şekilde birçok ilâhı kalpten çıkarmak, atmak ve Allah (Celle Celâluhû)dan başkasının maksud olmasını kaldırmaya bu anlatılan usûl ile ulaşmak, ehl-i hak katında kâmil imanın şartıdır. Bu iman veliliği elde etmeye, o da nefsanî hevalardan, heveslerden ibaret olan ilâhların kaldırılıp atılmasına bağlıdır. Nefis mutmainne olmadığı müddetçe bu mananın nasıl tahakkuk ettiği tasavvur edilemez. Nefsin mutmainne olması ise, tam olarak fenâfillâh ve bekâbillâh makamlarının kişide gerçekleşmesi ile hâsıl olabilir.”
Dipnotlar
[1] Tevbe Sûresi:72’den
[2] Şûrâ Sûresi:13’ten
[3] Efendi Hazretlerimiz (Kuddise Sirruhû), afaki (dış âlemdeki) ve enfüsî (iç âlemdeki) ilâhları şöyle tefsir buyururlardı: “Enfüsi ilâhlar, nefsin meylettiği şeylere dair istekleri, hevesleri ve arzularıdır. Afaki ilâhlar ise meyledilen eşyanın, nefsin dışındaki varlıklarıdır.”