İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), Allâh-u Teâlâ’nın kendisine ikram ettiği mânevî işaretler, sırlar ve marifetler babında yazdığı “Mebde’ ve Me’âd” risâlesinde, bu marifetlerden birisini anlatırken şöyle buyurur:
“Hallerim seyr-i sülûk menzillerinin orta mertebelerinde bulunduğu sıralarda, bir rüyada Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular: ‘Sen ilmi kelamda müctehidsin!’ Bu vakitten itibaren kelam meselelerinden her bir meselede bu fakirin özel bir re’yi(görüşü) ve husûsî bir ilmi vardır.”
Daha sonraki satırlarda ictihâdî meselelerde görüşlerinin, Mâturîdî imamlarının görüşleri ile örtüştüğünü ifade etse de, bazı mektuplarında farklı görüşleri olduğunu görüyoruz. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den intikal eden inanç şeklinden ibaret olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akîdesini muhafaza ve yayılması hususunda genişlemesine ve derinlemesine büyük bir gayret ve etki sahibi olduğundan, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin hususiyetle mektûbâtını bir Akâid ve Kelâm kitabı olarak telâkki etmek, yerinde bir tespit olacaktır.
Ehl-i Sünnet ve Şeyhayni Tafdil
Mektûbâtın 2. cildinin 36. mektubunda ifrat ve tefrit arasında orta yolu (Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yolunu) seçen Ehl-i Sünnet’in imâmet bahsindeki görüşlerini şöyle özetler:
“Ey (ebedî) kurtuluşu talep eden; Şeyhayni (Hazreti Ebû Bekir es-Sıddîk (Radıyallâhu Anh) ve Hazreti Ömeru’l-Fârûk (Radıyallâhu Anh) efendimizi) Efendimizden sonra tafdil yani ümmetin en üstün fertleri olarak kabul etmek ve hateneyne (Hazreti Osman (Radıyallâhu Anh) Efendimiz ve Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) Efendimiz’e) muhabbet beslemek, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in alâmetlerindendir. Şeyhayni en üstün tutmakla, iki damada sevgi beslemeyi birleştirmek, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat (kavlî, fiilî ve takrirî sünnetin ve Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in has cemaati olan Sahâbe Efendilerimiz (Rıdvânullâhi Aleyhim Ecma‘în)in ehli olan kimseler)in özelliklerindendir.
Aralarında İmâm-ı Şâfiî (Rahimehullâh) Hazretleri’nin de bulunduğu büyük imamların naklettiği gibi Ebû Bekir es-Sıddîk (Radıyallâhu Anh) Efendimizle, Ömeru’l-Fârûk (Radıyallâhu Anh) Efendimiz’in, ümmetin en üstünü olduklarını kabullenmek, Sahâbe-i Kirâm (Radıyallâhu Anhum) ve Tâbiîn (Radıyallâhu Anhum) icmasıyla sabittir.[1] Şeyh Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî (Rahimehullâh): ‘Ebû Bekir es-Sıddîk ve Ömeru’l-Fârûk (Radıyallâhu Anhumâ) ümmetin en üstünü tutulmaları kesindir.’ der.[2]
Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) Efendimiz’den, hilâfeti esnasında ve taraftarlarından kalabalık bir cemaat arasında şu sözü tevatürle nakledilmiştir: ‘Ebû Bekir (Radıyallahu Anh) ve Ömer (Radıyallâhu Anh) bu ümmetin en üstünleridir.’ Bu rivâyeti ondan İmam Zehebî (Rahimehullâh) nakletmiştir.[3]
İmam Buhârî (Rahimehullâh), Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) Efendimiz’in şu sözünü rivayet etmiştir: ‘Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den sonra insanların en üstünü Ebû Bekir es-Sıddîk (Radıyallâhu Anh), sonra Ömer (Radıyallâhu Anh), sonra başka bir adamdır.’ Oğlu Muhammed ibnü’l-Hanefiyye (Rahimehullâh) dedi ki: ‘Sonra sensin!’ Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) Efendimiz de: ‘Ben ancak müslümanlardan biriyim’ buyurdu.[4]
Hulâsa Şeyhayni tafdil (ümmetin en üstünü kabul etmek), sika olan ravilerin çoğunluğundan tevatür ve zarurî (aşikâr) bilgi seviyesine ulaşmıştır. Bunu inkâr ya cahillikten ya da taassuptandır (yani iddiasının delili olmadığı halde mücerret kendini haklı çıkarmaya çalışmaktandır). Ne zaman ki Şia mezhebinin önde gelenlerinden Abdurrezzak bu görüşü inkâr etmeye imkân bulamadı, ister istemez Şeyhaynin ümmetin en üstünü olduğunu kabul etmekle hüküm verdi ve şöyle dedi: ‘Mademki Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Şeyhayni kendisinden üstün tuttu. Ben de o böyle yaptığı için Şeyhayni ümmetin en üstünü olarak kabul ediyorum. Onları kendisinden üstün tutmasa idi, ben de onları asla üstün tutmazdım. Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû)nun sevgisini iddia ettikten sonra ona muhalefet etmem, vebal olarak bana yeter.’[5]
Hateneyni Sevmek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten Olmanın Şartlarındandır
Ne zaman ki hateneyn olan Hazreti Osman (Radıyallâhu Anh) ve Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) zamanında insanların işlerinde bozukluklar ve fitneler çok oldu. İnsanların kalplerinde bu cihetten sınırsız bulanıklıklar oluştu ve birbirini sevmemek ile düşmanlık müslümanların arasını kapladı. Hateneyni sevmek mecburen bir şahsın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten olmasının şartlarından sayıldı. Tâ ki cahiller bu cihetten, beşerin en hayırlısının arkadaşları hakkında suizanda bulunmasın ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in makamında nöbet bekleyen kimselere karşı sevgisizliği ve düşmanlığı kalplerinde barındırmasınlar.
Neticede Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz’i sevmek, sünnete bağlılığın şartı oldu. Kendisinde bu sevgi bulunmayan kimse sünnet ehli olmaktan çıkmıştır ve Hâricî diye isimlendirilir.
Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz’in sevgisi hakkında aşırı giden, lâyık olan miktarın fazlasına ulaşan, bu sevgide taşkınlığı açığa çıkarıp beşerin En hayırlısının arkadaşlarına sövmekle dil uzatan, Sahâbe-i Kirâm’ın (Radıyallâhu Anhum), ve tâbiînin (Rahimehümullâh) ve selef-i sâlihînin (Rahimehümullâh) yolunu terk edip başkaldıran, Râfizî (sünneti seniyye ve Sahâbe-i Kirâm’ın yolunu kaldırıp atan) diye isimlendirilir.
Sünnet-i Seniyye ehli olanlar ise Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz’i sevmek hususunda Râfizîlerin tercih ettiği aşırı gitmek ile Hâricîlerin seçtiği noksanlık yapmanın ortasını seçmişlerdir. Şüphe yok ki hak ortada(dengeli olmakta)dır. İfrat ve tefritin her ikisi de zemmedilmiştir.
Ahmed ibnü Hanbel (Rahimehullâh)dan rivayet edildiği gibi; Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû)ya şöyle buyurdular:
«Sende Îsâ (Aleyhisselâm)dan bir benzerlik vardır. Şöyle ki; Yahudiler ona düşmanlık yaptılar, o kadar ki annesi (Radıyallâhu Anhâ)ya iftira attılar. Hristiyanlar ise onu bulunmadığı bir makama yerleştirecek kadar sevdiler. Yani ‘Allah (Celle Celâluhû)nun oğludur’ dediler.»
Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz buyurdu ki: “İki topluluk benden dolayı helâk oldu; biri benim sevgimde aşırı giden, o kadar ki hakkımda ben de bulunmayan vasfı ispat etti. Diğeri, bana düşmanlık edip bu sebeple iftira attı.”[6]
Hâricîlerin hâlini Yahudilerin hâline, Râfizîlerin hâlini de Hıristiyanların hâline benzetti. İkisi de hak olan orta yolu seçmenin uç taraflarında kaldılar. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaati Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) sevenlerinden, dostlarından saymayan ne kadar da cahildir. Bu kimse yanlış olarak Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz’i sevmenin, Râfizîlere ait olduğunu zanneder. Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz’i sevmek Râfizîlik değildir. Râfizîlik diğer üç büyük Râşid Halifeden teberrîde bulunmaktır. Sahâbe-i Kirâm (Radıyallâhu Anhum)dan teberrî etmek kötülenmiş, bu teberrînin sahibi ayıplanmıştır. İmâm-ı Şâfiî (Rahimehullâh) vezinli olan bir sözünde şöyle buyurmuştur: “Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (Aleyhisselâm)ın yakınlarını sevmek Râfizîlik ise insanlar ve cinler şâhid olsun, muhakkak ki ben Râfizîyim.”
Yani Râfizîlerin yanlış olarak inandığı gibi Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ailesini sevmek Râfizîlik değildir. Bu sevgiye Râfizîlik diyorlarsa bu kötülenen Râfizîlik değildir. Çünkü Râfizîliği kötülemek, diğer sahâbe Efendilerimizden (Radıyallâhu Anhum) teberride bulunmak cihetindendir. Râfizîlerin Râfizîliği ise Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ailesini sevmek cihetinden değildir.
Ehl-i Beyti Sevmenin Önemi
Neticede Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ehl-i beytini sevenler, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattendir. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ehl-i beytinin gerçek taraftarları onlardır. Ehl-i beyti sevdiğini iddia edip kendisini onların taraftarı olarak sayanlar ise sadece ehl-i beyti Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i sevmekle yetinmeseler ve diğer Sahâbe Efendilerimiz (Radıyallâhu Anhum)un hepsini gerektiği şekilde ta‘zîm etseler ve aralarındaki tartışmaları güzel birtakım mânâlara hamletseler, Ehl-i Sünnet’e dâhil olurlar. Çünkü Ehl-i beyti sevmemek Hâricîlik, Sahâbe-i Kirâm Efendilerimiz (Radıyallâhu Anhum)’dan teberrî ise Râfizîliktir.
Sahâbe Efendilerimiz (Radıyallâhu Anhum)un tamamını sevip onlara ta‘zîm etmek ile beraber Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ehl-i beytini sevmek ise sünnete bağlı kalmaktır. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: «Sahâbelerimi seven, beni sevmesi sebebiyle onları sever, kim de onlara buğz eder, sevmezse, bana olan buğzu, sevgisizliği sebebi ile onlara buğzeder.»[7]
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) daha sonraki satırlarında Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ehl-i beytini sevmenin, hüsnü hâtime(güzel bir son, imanla vefat etme)ye sebep olduğunu anlatır. Babasının da bu konuda kendilerine devamlı tavsiyelerde bulunduğunu nakleder ve babasının dünya hayatının şuurundan ayrılıp ahirete yönelmesi esnasında bu sevgiyi ona hatırlatması karşısında şöyle cevap verdiğini nakleder: “Şu anda ehl-i beytin sevgisine daldırılmış durumdayım ve Hak Te‘âla Hazretleri’ne bu sevginin şükrünü eda ediyorum.”
Ehl-i Sünnet ile Râfizîlerin Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz ile harp edenleri hataya nisbet etmek hususunda birleştiklerini belirttikten sonra, iki fırka arasında bu husustaki farkı ve Râfizîlerin din büyükleri hakkındaki hiçbir dînî ve dünyevî saik ile, akıl ve izan ile izah edilemeyecek aşırı tutumlarını şöyle ifade eder:
“Ehl-i Sünnet uleması, Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz ile harp edenler hakkında ictihaddan doğan hata tabiri üzerine fazla bir şey söylemeyi câiz görmezler. Sahâbeler hakkında kötülemeler ve adaletlerine zarar verici, düşüklük ifade eden sözlerden lisanlarını korurlar. Beşerin en hayırlısının sohbetinin hakkını gözetirler. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular:
«Sahâbelerim hakkında sizler Allah (Celle Celâluhû)dan sakının! Sahâbelerim hakkında Allah (Celle Celâluhû)dan sakının! Benden sonra onları hedef edinmeyin.»[8] Hadîs-i Şerîfteki lafza-i Celâli te’kid olsun için tekrarladı. Yine şöyle buyurdu: «Sahâbelerim yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete ulaşırsınız.»[9]
Ehl-i Sünnet’in Sahâbe-i Kirâm’a Hürmet Hususunda Görüşü
Sahâbe-i Kirâm (Radıyallâhu Anhum) Efendilerimiz’i ta‘zîm ve onların hepsine hürmet göstermek hususunda başka birçok hadîs-i şerîf vârid olmuştur. O hâlde onları aziz tutmak ve onlara ikram etmek gerekir. Onlardan sadır olan zelleleri (yanlış davranışları) güzel manalara yormak gerekir. Bu meselede Ehl-i Sünnet’in görüşü budur.
Râfizîler ise bu hususta taşkınlık yapıyorlar, hatta Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz’le harp edenleri küfre nispet ediyorlar. Türlü türlü kötülemeler ve ayıplamalarla lisanlarını kirletiyorlar. Eğer maksat Hazreti Ali (Kerremallâhu Vechehû) Efendimiz’in haklılığının ortaya çıkması ve onunla harp edenlerin hata ettiklerinin açıklanması ise, Ehl-i Sünnet’in bu hususta tercih ettiği üslup yeterlidir ve dengeli bir tutumdur.
Din büyükleri hakkında hakarete varan konuşmalar, dine mensup olmak ve dindar olmaktan uzaktır. Râfizîlerin yaptığı gibi Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in arkadaşlarına hakaret etmeyi din ve îmân edinmek ne kadar kötüdür. Bir parçası Nebiyy-i Zîşân’ın naiblerine (vekillerine) sövmek olan din ne kadar da çirkindir…
Ebedî Hayatın Kurtuluş Vesilesi Olan Îmân
Mektûbâtın birinci cildin 266. mektubunda ebedî hayatın kurtuluş vesilesi olan îmânı şöyle tarif eder:
“Îmân, tevatür ve zaruret yoluyla bize ulaşan dîn-i mübîn-i İslâm’ın bütün hükümlerini kalp ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar da îmândan bir rükün sayılmıştır. Ancak düşmeye ihtimallidir. Yani kişinin kalbi imanla dolu dolu olduğu hâlde, ikrâh-ı mülcî (insanın helâkine sebep olacak bir hâdise ile tehdit edilmesi) durumunda, lisanı ile ikrar etmemesinde ruhsat vardır. Ancak azimet; sabredip şehit olmasıdır.
Kalpte bulunan bu tasdikin dışarıdaki alâmeti, küfürden teberrî etmektir. Küfrün lâzımı (ondan ayrılmayan işler) ve özellikleri olan işlerden ve kâfirlerin küfrüne ait işlerden uzaklaşmaktır. Onların din adamlarının bellerine bağladığı zünnârı bağlamamak gibi. Kişi, dîn-i mübîn-i İslâm’ı tasdik etmekle beraber küfürden (dinden çıkmayı gerektirecek işlerden) teberrîde bulunmazsa bu kimse dinden çıkma alâmeti ile alâmetlenmiş demektir. Bu kişinin hakkında verilecek karar, münafık olması kararıdır: «…Ne onlara (katılıp mü’min olurlar) ne de bunlara (katılıp kâfir olurlar)…»[10]
O hâlde îmânın gerçekleşmesi için küfürden teberrî (son derece kaçınmak) elbette gereklidir. Bu teberrînin en düşük derecesi kalp ile olanıdır. En yüksek derecesi ise hem kalp hem de kalıp ile olanıdır.
Teberrî, Hak Celle ve Alâ Hazretleri’nin düşmanlarına düşmanlık yapmaktır. İsterse bu düşmanlık sadece kalp ile olsun. Sadece kalp ile düşmanlık kâfirlerin zararından korkma gibi durumlarda olur. Yahut hem kalp hem kalıp ile olur. Bu da onlardan korkmama durumunda olur. Mevlâmızın şu âyet-i celîlesi: «Ey Nebî(yy-i Zîşân,)! kâfirlerle ve münafıklarla cihâd et, onlara karşı katı (barut gibi sert) ol!..»[11] bu dediğim manayı destekler. Çünkü Hak Te‘âlâ Hazretleri’ni sevmek ve Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i sevmek, onların düşmanlarına düşmanlık yapmadan düşünülemez.”[12]
Dipnotlar
[1] Bakınız: Beyhâkî, İ‘tikâd, s.469, 521 ve 522
[2] Nevevî, Şerhu Müslim, c.15, s.148
[3] Bakınız: Zehebî, Târihü’l-İslâm, c.3, s.115 ve s.264; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Siyeru’l-Hulefâi’r-Râşidîn, s.15 ve s.78; İbnü Mâce, Sünen, Mukaddime, no:106, c.1, s.39
[4] Buhârî, Sahîh-i Buhârî, Kitâbu Fezâili’s-Sahâbe, no:3671, c.5, s16; Ebû Dâvûd, Sünen, Kitâbu’s-Sünne, no:4629, c.7, s.31; Ahmed ibnü Hanbel, Fezâilü’s-Sahâbe, no:136, c.1, s.153 Muhammed ibnü’l-Hanefiyye (Radıyallâhu Anh)dan.
[5] Zehebî, Târihü’l-İslâm, c.15, s.264; Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, c.18, s.60; Zehebî, Siyeri A‘lâmi’n-Nübelâ, c.19, s.573
[6] Abdullah ibnü Ahmed ibni Hanbel, Zevâidi Müsnedi Ahmed ibni Hanbel, no:1376, c.2, s.468; Nesâi, Sünen, Kitâbu’l-Hasâis, no:8434, c.7, s.446; Buhâri, Târih-ü Kebîr, no:966, c.3, s.281; Hâkim, el-Müstedrek, no:4622, c.3, s.132; Heysemi, Mecma‘u’z-Zevâid’inde, Kitâbu’l-Menâkıb, no: 14762, c.9, s181 ve diğerleri Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh)dan.
[7] İbnü Hibbân, Sâhih, Kitâbu İhbârihi an Menâkıbı’s-Sahâbe, no:7256, c:16, s.244; Ahmed ibnü Hanbel, Müsned, no:16803, c.27, s.258 ve başkaları Abdullah (Radıyallâhu Anh)dan.
[8] Tirmizî, Sünen, Kitâbu’l-Menâkıb, no:16803, c.27, s.357, no:20549, c.34, s.169 ve no:20587, c.34, s.185 ve başkaları Abdullah ibnü el-Mugaffel (Radıyallâhu Anh)dan rivâyetle.
[9] İbnü Abdilber, Câmiu’l-Beyân, no:1684, c.2, s.898, no:1704, c.2, s.909 ve no:1756, c.2, s.923; İbnü Abdilber, et-Temhîd, s.263 ve benzer lafızlarla Âccurî, Kitâbu’ş-Şerî‘a, Bâbu Zikri Fezâili Cemî‘i’s-Sahâbe no: 1167, c.4, s.1691 ve İbnü Abdilber, Câmiu’l-Beyân, no:1757 ve 1759, c.2, s.923. İbnü Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)dan; Beyhekî, el-Medhal, no:152, c.1, s146, Deylemî, Firdevs, no:6497, c.4, s.160; Hatîb Bağdâdi, el-Kifâye, s.48, İbnü Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan.
[10] Nisâ Sûres:143’ten.
[11] Tevbe Sûresi:73’ten.
[12] İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin sözleri burada son buldu.