Müellif denildiğinde, akla gelen ilk isimlerden biridir hiç şüphesiz. Yarım asrı dahi bulmayan ömrüne, bugün bile ilmin içerisinde bulunan herkesin muhtaç olduğu çok önemli çalışmalar sığdırmıştır. Şubat 1609’da İstanbul’da doğmuş, 6 Ekim 1657’de [1] yine İstanbul’da, yakalandıktan sonra bir süre mücadele ettiği hastalığı sebebiyle vefât etmiş ve Zeyrek Camii yakınlarına defnedilmiştir. Medfûn bulunduğu yer itibariyle, kıymetli komşularımızdandır. Rabbimiz Azze ve Celle, makamlarını ve sırlarını ‘âlî, bizleri de ilminden ve eserlerinden müstefîd eylesin. Âmîn.
Kâtib Çelebi nâmıyla meşhur olduğundan, kendisini ilmî yönden tanıyanlarca böyle bilinmektedir. Dîvân-ı Hümâyun mensupları tarafından Hacı Halîfe olarak bilinmiştir. Asıl adı ise Abdullah’tır. Çalışmaları vesilesiyle batıda da tanınan, bilinen, saygı duyulan ve aktardığı bilgilere sıklıkla başvurulan, dünyadaki akademik çalışmalarda konu edinilen, bu anlamda da topraklarımızda yetişmiş en önemli simalardan biridir.
Babasının özel olarak tuttuğu Îsâ Halîfe el-Kırımî’nin dizinin dibinde başlayan tahsil hayatı, İslâmî ilimlerin yanı sıra, hat dersleriyle devam etti. Kâtip olan babasının yanında çıraklığa başlaması, ‘’kâtib’’ olarak anılacak seviyeye gelmesinde önemli bir rol oynadı. Henüz çocuk denecek bir yaştayken, babasıyla birlikte askerî seferlere iştirak ederek bu alanda da önemli bir altyapı sağlamış oldu. Bağdat seferi dönüşünde babasını ve amcasını kaybetti. İlmî tedrisât ve kâtipliği birlikte yürüten Kâtib Çelebi, katılmış olduğu sefer ve muhasaraları oldukça canlı bir dille tasvir ederek yazıya dönüp eserleştirdi. Sultan IV. Murad’ın Revan seferine de katıldı. Bulunduğu şark seferlerinden birisinin sonunda Hac farizasını ifa ettikten sonra, hayatının geriye kalan kısmını tamamıyla ilmî çalışmalara tahsis etti. Bu dönüşümü bizzat kendisi: ‘’cihâd-ı asğar’dan cihâd-ı ekber’e dönüş’’ olarak nitelendirmiştir. Girit’in fethi gündeme geldiğinde, ada üzerine bir harita çalışması gerçekleştirdiği de nakledilmiştir.
Önde Gelen Hocaları ve İlmî Hususiyetleri
Tarih, tabakât ve vefeyât kitaplarına ziyade ilgi duymakla birlikte, İslâmî İlimlerin her alanında üstün bir birikim elde etmiştir. Hastalığı sırasında tıp kitaplarına ve mânevî yönden çarelere erişebilmek için esmâ ve havas kitaplarına yönelerek bu alanda da ciddi bir birikim kazanmıştır.
A‘rec Mustafa Efendi, Ayasofya Camii dersiâmı Abdullah Efendi, Süleymaniye Camii dersiâmı Keçi Mehmed Efendi, Ermenek müftüsü Mola Veliyyüddîn efendi (Rahmetullâhi Aleyhim) gibi o devrin önde gelen âlimleri elinde, her alanda mütehassıs haline gelmiştir.
Astronomi ve anatomiyi de yine önemli ilimlerden saymıştır. Yabancı kaynaklara da yönelmiş, elzem gördüklerinin bazılarını terceme de etmiştir. Faydalandığı eserleri değerlendirmekten ve yer yer tenkit etmekten de çekinmemiş, bunu büyük bir ustalıkla ve adaletli bir şekilde yapmıştır.
İbnu Haldun’un sıkı takipçilerinden olması ve askerî kimliğe sahip şuurlu birisi olması hasebiyle, ilmî faaliyetlerini ve bibliyografya çalışmalarını yaparken kapalı kapılar ardında, devletin ve toplumun sorunlarından uzak bir hayatı tercih etmemiş, sosyal sorunlar ve devletin karşı karşıya kaldığı problemler noktasında çalışmalarda bulunmuştur. İçtimai hayatın saadet keyfiyetinin sağlanmasını, ilme bağlamış ve toplum dinamiklerinin ancak ilimle sıhhat bulacağı görüşünü savunmuştur.
Kişisel Özellikleri
Vakur bir kişiliğe sahip, himmet sahibi, halim bir zat olduğu, çiçek yetiştirmek gibi ince zevkleri bulunduğu, tasavvufi temayüle sahip olduğu ve insani ilişkilerinin son derece iyi olduğu kaydedilmiştir. Şahsıyla ilgili nakledilmiş olan bilgiler, ölümünden iki yıl kadar sonra müsvedde ve teliflerinin çoğunu satın alan İzzetî Mehmed Efendi’nin aktardıklarıyla sınırlıdır.
Keşfü’z-Zünûn’un Temelleri Atılıyor
Bibliyografya türünün en önemli eserlerinden biri olan Keşfü’z-Zunûn, bugün ilmî alanda çalışma yapan hemen herkesin başucu kitaplarının başında gelmektedir. İlmî kimliğinin yanında askerî kimliği ile de önemli faaliyetlerde bulunmuş olan Kâtib Çelebi, bu en mühim eserine, Halep seferi esnasında sahaflarda gördüğü kitapları kaydederek başlamıştır. O günlerde başlayan bu faaliyet, kesintisiz devam ederek otuz küsur senenin sonunda Keşfü’z-Zunûn gibi bir eserin meydana gelmesini sağlamıştır. Bu birikim kolay sağlanmamış, elinde bulunan ve sonradan kendisine miras yoluyla intikal eden varlığının tamamını bu birikim uğruna, kitaplara sarf etmiştir.
İlimle İştigal Eden Bilâistisna Hepimizin Üzerinde Büyük Hakkı Vardır
Ulemanın arasında zaman zaman cereyan etmiş olan tartışmalar, kendisine yöneltilmiş olan tenkitler ve kendisinin, dönemin ulemasını yönelttiği tenkitler bir yana, Osmanlı’nın izzetinin, bizi kuşatmış o muhteşem gölgesinin etkisini üzerimizden çekmesiyle başlamış olan vefasızlık fırtınasından, bu büyük âlim de nasibini fazlasıyla almıştır. Bir dönem kabrinin akıbeti dahi tartışılır hale gelmiş, mezarı başındaki taş kaybolmuş, ayak taşının bir kısmının nereye gittiği ve elân nerede bulunduğu da meçhuldür.
Bugün Kâtib Çelebi‘nin Keşfu’z-Zunûnunu kaynak göstermeden, onun bu hacimli ve şümullü eserinden istifade etmeden bir makale yazabilmek, tez hazırlayabilmek ya da herhangi bir ilmî çalışmayı tamamlayabilmek adeta mümkün değildir. Kâtib Çelebi‘nin Keşfü’z-Zunûnuna kaydetmiş olduğu kitapların bir kısmının günümüze ulaşmamış olması ve bu durumdaki kitaplar hakkında bilgi edinebilme yolunun ancak bu esere başvurmaktan geçmesi, ondan istiğna etmeyi imkânsız kılmaktadır.
Bize bıraktığı eserlerinin yanı sıra, entelektüel, ıslahatçı, kâtip/yazar ve musannif kimliklerinden istifâde etmekle zihin ve gönül dünyamızda bırakmış olduğu izi tam manasıyla ifâde edebilmek mümkün değildir. Ondan yararlanılarak yapılacak daha çok çalışmalar, vefâtının üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen ondan istifâde edilecek pek çok nokta vardır. Rabbimizden dileğimiz, onun gibi birçok meziyeti kendisinde cem etmiş dirâyetli âlim ve müelliflerin asrımızda da yetişmesidir.
Kaynakça
[1] Kâtib Çelebi’nin vefât tarihiyle ilgili bilgiler muhteliftir. Ölüm tarihi mezar taşına önce 1067 (1656/1657) olarak yazılmış, fakat sonradan üzeri çizilerek 1068 (1657/1658) tarihi verilmiştir. Müellifin ölümünü 1064 (1653/1654) veya 1074 olarak (1663/1664) gösterenler de vardır. Ancak günümüz araştırma eserlerin çoğunda Cihânnümâ yazmasındaki kayda dayanan 27 Zilhicce 1067 tarihi (6 Ekim 1657) kabul görmüştür. Bazı yabancı araştırmacıların verdikleri tarih de 1068’dir. Fezleke’nin kaynaklarına dair araştırması bulunan Bekir Kütükoğlu ve Orhan Şaik Gökyay ve Sarıcaoğlu’nun verdikleri tarih de böyledir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ise müellifin 1067 yılında öldüğünü kabul etmekle beraber bunun bir rivayete göre zilhicce ayının on altıncı, bir başka rivayete göre ise yirmi yedinci günü vukû bulduğunu söylemiştir. Zilhicce ayının on altısı şeklindeki rivayet Uzunçarşılı’nın bildirdiğine göre Mi‘yârü’d-düvel ve Misbârü’l-milel adlı Türkçe genel tarih kitabına dayanmaktadır. İsmail Hami Danişmend’in verdiği ölüm tarihi ise, hangi kaynağa dayandığı gösterilmeksizin, 15 Zilhicce 1067’dir. Sonuç olarak günümüz araştırma eserlerin çoğunda Cihânnümâ yazmasındaki kayda dayanan 27 Zilhicce 1067 tarihi (6 Ekim 1657) kabul görmüştür. Yazmadaki kaydın sahibi, müellifin ölümünden sonra terekesinden kitaplarının büyük bir kısmını satın almış olan Mehmed İzzetî b. Lütfullah’dır.