Lügatta “Değer”, “Kıymet” gibi anlamlara gelen “Kerâmet”, dinî bir terim olarak, Allah’ın sâlih, takvâ sahibi, velî kullarından hasıl olan olağanüstü hâl demektir. Şayet bu hâl kendisinde meydana gelen kimse salih amel sahibi biri değilse, o olağanüstü hâle “istidrâc” adı verilir. [1]“Kerâmet zâhir olur, izhâr edilmez” kaidesi düsturunca, Hakk’ın dilemesi ile meydana gelir; isteğe bağlı olarak gösterilemez. Bir müminin veli olması için bu tür kerâmet göstermesi şart değildir. Keramet, haddi zatında mûcize gibi olağan üstü ve hârikulâde bir olay olup, içeriği itibariyle mûcizeden farklı değildir; aralarındaki fark meydana geliş şekliyle alakalıdır.
Mûcize peygamberlerden, keramet ise onlara bağlı olan velîlerden zuhur eder. Ancak peygamberler, vazifelerini ispat için mûcize gösterir. İzhâr ettikleri mûcize ile inanmayanlara meydan okurlar. Velî ise velîlik iddiasında bulunmadığı gibi kimseye meydan da okumaz. Birinde mûcizenin izharı, diğerinde kerametin zuhuru söz konusudur. Mûcize gibi kerametin de yaratıcısı ve hakiki sahibi Allah (Celle Celâluhû)dur.
Efendi Hazretlerimiz’den
Şâh-ı Nakşibend (Kuddise sirruhu) bir gün müridleri ile birlikte yolda gidiyorlardı. İçlerinden birisi “Bu zâtı Allâhın dostu olarak görüyor, ona hürmet ediyoruz amma hiç de kerametini görmedik” diye hatırından geçirdi. O esnada Allâh (Celle Celâlühü) Nakşibend Hazretleri’ne durumu ilham buyurmuş olacak ki o müridine dönüp: “Oğlum! Bu kadar ağır günahlarımızla yere batmadan yürüyebiliyoruz. Bundan büyük keramet olur mu?” dedi.
Ehl-i Sünnet âlimleri, velîlerin Allâh (Celle Celâlühü)nün izniyle gayba muttali olabileceğini kabul eder. Onlara göre velilerin gaybı bilmesindeki fazilet kendilerine ait değildir. Bu ona izafe edilemez, peygambere izafe edilir. Çünkü bir velî, Muhabbet-i Rasûl (Peygamber sevgisi) ile ve ancak ona uyması vasıtası ile bazı gayba muttali olur ki bu onun için keramettir.
Gözle görülen âlemlerin dışında başka âlemler de vardır. Melekler âlemi, cinler âlemi gibi. Bugün insanların çoğu bunları inkâr ediyor. Çoğu da bilmiyor. Hatta velilerin gösterdikleri kerametlere, zuhuratlara inanmayanlar var.
Allâh (Celle Celâlühü)nü bilmek isteyenlere Şeriat’a tabi olmadan, sadece yapılan riyazetlerden sebep zuhur eden keşif ve kerametlere ne hacet var? Biz bu dünyaya Mevlâ ile aramızdaki perdeleri kaldırmaya geldik. Bilinmesi yerinde olur ki, harikaların ve kerametlerin zuhuru, velayet şartından sayılmaz. Ulema, harika hallerin husulü ile mükellef olmadıkları gibi; evliya dahi, harika hallerin zuhuru ile mükellef değillerdir. Zira velayet Yüce Sultan Allâh’a yakınlıktan ibarettir; masivayı unuttuktan sonra, evliyasına onu ikram eder.
Çoğu kimselerin gözü keşif keramet sahibi olmakta. Havada uçalım, denizde yürüyelim ve buna benzer maksatlarda. Bunlar, asıl maksud olan Mevlâ Teâlâ’dan uzakta kalmışlardır. Maksatları Allâh-u Teâlâ olmadığından, az yiyip az içerek yapmış oldukları riyazetlerden bir şey kazanamazlar. Hindistan’da yaşayan Brehmenler uzunca süre yemezler, içmezler, bir deri bir kemik kalırlar. Kendilerinden bazı adet dışı haller zuhur eder. Ama ne fayda…
Bu millet keramet âşıklısıdır, Allâh akıl fikir versin. Allâh demekten, Lâ ilahe illallâh demekten, rabıtadan, murakabeden daha büyük keramet var mı?[2]
Dipnotlar
[1] Fahreddin er-Râzî, Tefsîrü’l-kebîr, V, s. 691
[2] Mahmut Efendi Hazretleri Sohbetler’den derlenmiştir