Niyazi Mısri’nin vefatı 1694
Konya’nın Kurtuluşu 1920
Niyâzî-i Mısrî Hazretleri
Evliyânın büyüklerinden. Halvetî yolunun Mısriyye kolunun şeyhidir. Adı Muhammed ibni Ali Çelebi’dir. Mahlası Niyâzî olup, uzun müddet Mısır’da kaldığı için de Mısrî denilmiştir. 1027 (m. 1618) senesinde Malatya’nın Soğanlı köyünde doğdu. 1105 (m. 1693) senesi Receb ayının yirmisekizinde Çarşamba günü kuşluk vakti Limni adasında vefât etti.
Niyâzî-i Mısrî, Malatya’da, önce İslâmî ilimlere âit temel bilgileri, sonra da medrese tahsiline başlayıp tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra, câmilerden gayet te’sîrli vaazlar vermeye başladı. Daha sonra Malatya’da bulunan Halvetî şeyhi Hüseyn Efendi’nin sohbetinde bulunarak, ondan feyz aldı. Hüseyn Efendi’nin vefâtından sonra, onun hasretinin te’sîri ile seyahate karar verdi. Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdat’a gitti. Burada, büyük âlimlerin, evliyânın ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin kabrini ziyâret ederek bereketlendi. Sonra Hazreti Hüseyn’in kabr-i şerîfini ziyâret etti. Buradan Bağdat’a dönerek, dört sene ilim tahsil etti. Tahsilini tamamlayan Niyâzî-i Mısrî, Kâhire’ye gitti. Şeyhûniyye denilen yerde, Kâdiriyye tarikatı büyüklerinden olan bir zâtın dergâhında misâfir olarak kaldı. O zâta talebe oldu. Hocasının bereket ve himmetleriyle kemâle erdi. Kerâmetleri görülmeye başladı. Câmi-ül-Ezher’de hem ders verdi hem de ilmini genişletti. Mübârek günlerde va’z ve nasihat ederdi. Gayet güzel Arabca konuşurdu. Niyâzî-i Mısrî, elde ettiği ilim ve ma’rifetlere doymuyor, daha fazlasına kavuşmak için Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu:
Yâ Rab bize ihsân et,
Vuslat yolunu göster.
Sûretde koma Can et,
Uzlet yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes,
Kalbimi riyadan kes,
Meylimi sivadan kes,
Halvet yolunu göster.
Candan sana lâtib kıl,
Her tâata râgıb kıl,
Bir pîre musâhib kıl,
Hizmet yolunu göster.
Ta’lim edip esmayı,
Bildir bize eşyayı,
Doymaya “Ev ednâyı”,
Hikmet yolunu göster.
Har içre biter gülzâr,
Zar içre doğar envâr,
Herşeye tecellîn var,
Kurbet yolunu göster.
Niyâzî-i Mısrî, devamlı ibâdet ve tâatla meşgûl olduğu sırada, bir gece rü’yâsında Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördü. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri büyük bir taht üzerinde oturmaktaydı. Etrâfına ise talebeleri toplanmıştı. Niyâzî-i Mısrî, kendisini onların arasında görünce, hayasından dışarı çıkmaya yol ve fırsat aradığı bir sırada, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, onu yanına çağırıp, bir kese altın hediye verdi ve; “Senin nasîbin diyâr-ı Rûm’dadır. Mısır’da değildir.” buyurdu. Ertesi gün Niyâzî-i Mısrî bu rü’yâsını hocasına anlatınca, hocası hemen ona hilâfet verdi ve duâ etti. Bunun neticesinde Niyâzî-i Mısrî 1056 (m. 1646) senesinde Mısır’dan ayrılarak İstanbul’a gitti, İstanbul’da Sultan Ahmed Câmii civârında Sokullu Mehmed Paşa dergâhında ikâmet edip, uzun süre riyâzette kaldı. Kaldığı odada çok gözyaşı döktü. Halîl Paşa, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kaldığı odanın döşemelerini yenilemek için teşebbüste bulunduğu zaman Niyâzî-i Mısrî hazretlerini rü’yâsında gördü. Rü’yâda “Gözlerimin yaşı ile yıkanmış olan tahtaları muhafaza ediniz” diye emretmesi üzerine, tahtalarını muhafaza etmek sûretiyle odayı ta’mir etti. Niyâzî-i Mısrî, bir süre Uşak ve Afyon’da insanları doğru yola sevk etmeye çalıştı. Daha sonra Bursa’ya gitti. Halkın isteği üzerine, Şeker Hoca Câmii’nde Cum’a geceleri va’z verdi. Niyâzî-i Mısrî, namazını cemâatle kılmaya dikket ederdi. Ekseriyetle Ulu Câmi’de Kur’ân-ı kerîm okur ve imamlık yapardı. Ba’zan va’z ve nasihat ederdi. Dördüncü Sultan Mehmed Hân’ın da’veti üzerine İstanbul’a tekrar giden Niyâzî-i Mısrî, Ayasofya Câmii’nde va’z ve nasihat vermeye me’mur edildi. Ayasofya Câmii’nde, Sultan Dördüncü Mehmed, âlimler, tasavvuf büyükleri ve devlet erkânının da hazır bulunduğu birgün, va’z kürsüsünden tasavvuf yolunun hak olduğuna, onların yaptıkları zikirlerin İslâm dinine aykırı olmadığına dâir hakîkati gayet açık bir şekilde anlattı. Herkes izahına hayran oldular. Tasavvufun, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını seve seve yapmaya yardımcı olduğunu anladılar. Niyâzî-i Mısrî, tekrar Bursa’ya döndü. İnsanları doğru yola sevk etmek için vazîfesine devam etti.
Niyâzî-i Mısrî’nin şöhreti günden güne arttı. 1080 (m. 1669) senesinde Bursa’daki dergâhı yapıldı. Allahü teâlâya kavuşmak isteyen ilâhî aşk sahibleri bu dergâhta toplanmaya başladı. Birçok ilim taliblisi, ilim öğrenmek için dergâha koştular. Rusya ile harb başlayınca, Sadrâzam Köprülü-zâde Fâzıl Ahmed Paşa, pâdişâh nâmına Niyâzî-i Mısrî’yi Edirne’ye da’vet etti. Niyâzî-i Mısrî üçyüz talebesi ile orduya katılmak için Edirne’ye gitti. Daha sonra tekrar Bursa’ya döndü. 1082 (m. 1671) senesinde Kamaniçe seferinde ikinci defa Edirne’ye gitti. Oradaki eski Câmi’de va’z ederken, yapılan muharebenin millet ve devlet üzerindeki acı te’sîrlerini anlattı. Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin bu va’zı yanlış anlamalara sebep oldu. Kendisini çekemeyenlerin şikâyeti dolayısıyla Rodos’a gönderildi. Dokuz ay sonra mecbûrî ikâmet şartıyla Bursa’ya dönmesine izin verildi. Yine Bursa’daki va’zı sırasında ba’zı konuşmaları sebebiyle Limni adasına gönderildi. 1104 (m. 1692) senesi Şevval ayında tekrar Edirne’ye gitti. Selîmiye Câmii’nde kaldı. Ziyâretine gelen kalabalık halka va’z ve nasihat ederken, devlet işlerine dâir söylediği ba’zı sözlerden dolayı tekrar Limni’ye gönderildi. Bir sene sonra burada vefât etti.
Niyâzî-i Mısrî, ilim, irfan ve ma’rifet sahibi idi. Zaman geçtikçe, eserleri tedkik edildikçe, kadri ve kıymeti çok iyi anlaşıldı. Sâdece zâhirle meşgûl olup, bâtından haberi olmayanlar, onun ba’zı sözleri karşısında hayrette kalarak, bu mübârek zât hakkında yanlış düşüncelere kapıldılar. Ârif olanlar ise Niyâzî-i Mısrî’nin bu sözlerindeki tasavvufî incelikleri anlayarak, bu inceliklerdeki lezzeti tatmışlardır. Niyâzî-i Mısrî hazretleri şöyle buyurur:
Zât-ı Hakda mahrem-i irfan olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî pâyân olan anlar bizi,
Ey Niyazi katremiz deryaya saldık bizi bugün,
Katre nice anlasın, umman olan anlar bizi.
Sezâî Gülşenî’ye, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin tenkid edilen bir sözü sorulunca, Gülşenî soruyu sorana; “Oğlum Niyâzî-i Mısrî’nin sözü anlaşılamamıştır. Onun burada muradı şu idi” diyerek, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin o sözündeki murâd ve maksadını açıkladı.
Şeyh Abdüllatîf Gazzî Efendi, Vâkıât adlı eserinde şöyle yazmaktadır “Birisi şeyhülislâmın huzûruna varıp, Niyâzî-i Mısrî hakkında tenkid mevzû olan sözü kastederek; “Efendim bu sözü söyleyenlerin cezası nedir ve dinde ne lâzım gelir” diye suâl edince, ârif ve kâmil bir zât olan şeyhülislâm; “Bu sözü Niyâzî-i Mısrî hazretlerinden başka kim söylerse, katlolunur. Fakat Niyâzî-i Mısrî söylerse, onun sözünde bir hikmet ve gizli bir sır vardır. O, zâhirî ilimlerde de kemâl mertebesindedir. Onların böyle sözleri söylemesinde bir hikmet vardır. Biz onlara dil uzatmağa kadir olamayız” diyerek, o şahsı susturdu.
Sultan Abdülmecîd Hân, Selânik’e giderken fırtına sebebi ile gemi Limni’ye sığınmak zorunda kaldığı zaman, uzaktan gördüğü türbenin kime âit olduğunu sordu. Yanında bulunanlardan birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî’ye âit olduğunu söyledi ve onun başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Sultan Abdülmecîd Han, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek için türbeye gitti. Türbede, Niyâzî-i Mısrî’nin rûhâniyetine hitaben; “Ey Niyâzî-i Mısrî, kıymetini takdîr edemeyen kimselere bedduâ eylemişsin. Sonra gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere, feyzli nazarının geldiği aşikâr olmadıkça, türbenden dışarı çıkmam” diye yalvardı ve Kur’ân-ı kerîm okuyarak rûhuna hediye eyledi. Sultan Abdülmecîd Hân, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin feyz dolu nazarlarına kavuşunca dışarı çıktı ve türbenin ta’mir edilmesi için emir verdi.
Niyâzî-i Mısrî’nin, talebelerinden Şeyh Ahmed Gazzî’ye yazdığı mektûp şöyledir: “İzzetli, faziletli ve kıymetli oğlum! Sonsuz selâmlar ve hayır duâlar takdiminden sonra, hatır-ı şerîfleriniz suâl olunur. Ahvâlimizden suâl olunursa, elhamdülillah sıhhat ve afiyet üzereyiz. Bütün dostların hayırlı duâlarını müdavim bilip, şüphe noktalarını kovup ve hak eyleyip, tarîkat-ı aliyyenin gereğince, ameli elden bırakmayıp, dostlar ile iyi geçinmeyi en faziletli amel biliniz. Bizim yolumuzda dostlar ile iyi geçinmeden daha faziletli amel yoktur. İzzetli Tarık Çelebi’ye selâmımızı tebliğ edip, onlar ile iyi geçinmeniz matlûbumuzdur. Kâsım Çelebi-zâde’ye, birâderine ve oğluna selâm ederiz.”
Niyâzî-i Mısrî’nin, başka bir talebesine yazdığı bir mektûp şöyledir: “Mısrî’nin herşeyi yağma oldu. Ancak görünür bir cesedi kaldı. Mısrî’yi şimdiden sonra isteyenler, muhabbet ehli ise, gönülde arasın. Ma’rifet ehli ise, sözlerimizde arasın. Her ne kadar uzak isek de evvelce ikrârı olanlardan biz ayrı değiliz. Ne kadar yakın olsalar da inkârı olanlar bizi göremez. Hakîkî aşinalık ise gönülde olup uzak-yakın birdir. Doğru yolda olanlara selâm olsun.”
Niyâzî-i Mısrî’nin yazmış olduğu eserler şunlardır: 1- Mevâid-ül-irfân avâid-ül-ihsân, 2- Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, 3- Risâle-i eşrâtüs-sââ’, 4- Suâller ve Mısrî’nin cevapları, 5- Tefsîr-i Sûre-i Yûsuf, 6- Risâle-i Mebde’ ve Me’ad, 7- Risâle-i Mısrî, 8- Tefsîr-i Fâtiha, 9- Türkçe Dîvân: Bu dîvândaki şiirler çok yanık ve akıcıdır.