Halis hamd ve şükürlerimiz, muhlis kulların yegâne gayesi olan Zât-i Pâk-i Subhâniye’ye olsun! En samimi muhabbetlerimizle Hazreti Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e salât ve selâm olsun!
İhlâs; sözlükte, saf ve hâlis olmak, karışık, bulanık ve şaibeli olmamak; bir şeyden kurtulmak gibi manalara gelen “h-l-s” (خلص) kökünden türetilmiştir. Aynı zamanda samimi olmak, yapmacıksız davranmak demektir. Dinî anlamda ihlâs; insanın yaptığı bütün ibadet, itaat, ahlâk, dua gibi amelleri sadece Allah (Celle Celâluhû) rızası için yapmasıdır.
İnsanların övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını düşünmeksizin hâlis bir niyetle sırf Allah (Celle Celâluhû) için yaşamak, gösteriş ve sum‘a (yaptığı iyi ameli duyurma) gibi şaibelerden uzak durmak; söz, fiil ve davranışlarda samimi ve dosdoğru olmaktır. Bu şekilde hareket edenlere “muhlis/ihlâslı” denir.[1]
İhlâsın zıddı olan riya/gösteriş ise, yapılan bir iş, ibadet ve amelin Allah (Celle Celâluhû) rızasıyla beraber başka bir şey (örneğin menfaat veya desinler) için yapılması, işin içine başka şeylerin katılmasıdır. Riyaya gizli şirk de denilmiştir ki, kapkaranlık bir gecede, kara taş üzerindeki kara karıncanın ayak sesinden daha gizli, daha zor fark edilebilen çetin ve sinsi bir tehlikedir. Günümüz Müslümanlarının baş belâsı; salgın, ölümcül hastalığıdır riya! Bizim en zayıf noktamız, ihlâsımızın cılız olmasıdır. Sadaka taşları gibi emsalsiz bir örnekle ihlâs abidesi olan Osmanlı’dan, her fırsatta her şeyini insanlara arz-ı endam eden, göstermeye çalışan bir hâle dönüşmek bunun apaçık bir örneğidir.
İhlâs ve Gayret
Hem anlatması pek kolay olmayan hem yaşanması özel bir gayret, ziyadesiyle çaba isteyen ihlâs; kulluğun ruhu, ibadetlerin özüdür. Üstadımız Mahmud Efendi Hazretleri, Sahîh-i Müslim’de geçen bir hadîs-i şerîf hakkında: “Bu hadîs-i şerîf nice âlimin uykusunu kaçırdı, aynı duruma düşmemek için gece-gündüz hep gayret ettiler.” buyurmuştu. Bahsi geçen hadîs-i şerîf: “Âlim (desinler diye ilim okuyan) birisi, ilmini Allah (Celle Celâluhû) rızası için anlatmadığından, ne kadar büyük âlim, ne çok ilmi var, denilsin diye gösteriş yaptığı için cehenneme dek yüzüstü sürüklenir ve ateşe atılır…”[2]
Yüce Rabbimiz Te‘âlâ’nın kitabında ihlâs hakkında pek çok beyan bulunur:
وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪ينًا وَيَت۪يمًا وَاَس۪يرًا ﴿8﴾ اِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ﴿
﴾لَا نُر۪يدُ مِنْكُمْ جَزَٓاءً وَلَا شُكُورًا﴿9
“(Açlık ve kıtlık yüzünden yiyecek ihtiyacına ve) sevgisine rağmen yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler. (Bunu yaparken de derler ki:) ‘Biz sizi ancak Allâh’ın Zât’ı(nın rızasını kazanmak) için yediriyoruz! Sizden ne (hediye gibi) bir karşılık, ne de (övgü gibi) bir teşekkür istemiyoruz!”[3]
Tefsirlerde bu ayetle ilgili şöyle bir açıklama vardır: “Yemek ikramını yapan bu kimseler, yaptıkları iyiliği başa kakmak gibi bir mana anlaşılmaması için dilleriyle, ‘Biz sırf Allah (Celle Celâluhû) rızası için sizi yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz’ diye açıkça bir söz söylememişlerdir. Fakat Allah Te‘âlâ bu ihlâslı kulların kalbindekileri bildiği için onları bu şekilde övmüştür, ta ki başkaları onları örnek alsın.”[4]
İhlâs Sûresi, sadece Allah Te‘âlâ’dan bahsettiği ve O’ndan başka hiçbir konuyu içermediğinden “ihlâs” adını almıştır. Bu da, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın ihlâs mefhumuna verdiği önemin açık bir izharıdır. Dinî inanç ve hayatın sadece Allah Te‘âlâ’nın rızasına hasredilmesinin lüzumu da şu âyet-i kerîmede açıkça beyân olunmuştur:
﴾…اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَۜ ﴿2﴾ اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُ﴿
“Şüphesiz o kitabı Biz sana hak (ve indirilmesini gerektiren yüce bir hikmet) ile indirdik. O halde dini (ve taatı, şirk ve riyâ karışıklıklarından arındırıp) Kendisine tahsis edici olarak Allâh’a ibadet et! Âgâh olun! (Şirk ve gösteriş gibi her türlü şâibe den arınmış olan) hâlis din (ve ibadet) ancak Allâh’a mahsustur…”[5] s
Dipnotlar
[1] Dinî Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Heyet, İstanbul, 2009, s. 263.
[2] Müslim, İmâre, Hadîs-i Şerîf No. 1905.
[3] İnsan Sûresi, 8-9.
[4] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân-i’l-Azîm, Dâru Tayyibe, Riyâd, 8/289.
[5] Zümer Sûresi, 2-3.