Lügat manası esas alındığında ‘iyilikte bulunmak, bir işi güzel yapmak’ gibi anlamlara da gelen “ihsan” kavramı, kâmil bir makam olarak ifadesini Cibrîl (Aleyhisselam) hadisi olarak bilinen ve aynı zamanda iman ve İslâm esaslarını da zikreden meşhur mükâlemede bulur.
Hazreti Ömer’den rivayet edildiğine göre; elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir zat, Rasûlüllâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) efendimizin huzuruna varıp yanına oturmuş, dizlerini dizlerine dayayıp ellerini uyluklarının üzerine koymasının ardından iman ve İslâm esaslarının her biriyle ilgili sualler sorduktan sonra, “Bana ihsandan haber ver!” demiştir. Bunun üzerine Rasûlüllâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) efendimiz: “Allah Teâlâ’ya O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür” şeklinde açıklamada bulunmuştur.[1]
Cibrîl (Aleyhisselam) hadisinde iman esasları beyan edilirken kadere imanın da özellikle geçmiş olması ve akabinde hayrın ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğu hakikatinin vurgulanmış olması, her ne kadar buradaki konumuzla ilgili olmasa da günümüzde bu hususlarda belli çevrelerin ortaya çeşitli şüpheler sürmesi sebebiyle hatırlatılmalıdır.
Konumuza dönecek olursak, Rasûlüllâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in Muâz b. Cebel (Radıyallahu Anh)a şu tavsiyesinde de ihsan makamının mahiyetine dair, “Allah’ı görür gibi ona ibadet et! Nefsini ölülerden say!” vurgusu dikkat çekmektedir. Hadîs-i şerîfin devamında, “Eğer dilersen, senin için bunlardan daha faydalı bir şeyi haber vereyim” buyuran Rasûlüllâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in dilini işaret ettiği nakledilmiştir.[2]
“İhsan” olarak anılan ve her mü’minin hedef edinmesi gereken bu manevî olgunluk, tasavvuf ehlinin dilinde bir makam olarak detaylı şekilde ele alınıp açıklanmıştır. Elbette bu kabul sadece tasavvuf ehline de has değildir. Dinî ıstılahlar ve kavramlar üzerine eser kaleme alan dil ve lügat âlimleri ve İslâmî ilimlerin diğer alanlarında mütehassıs ulema da ihsan makamının ne kadar yüce bir makam olduğunu ve hâl olarak önemini vurgulamış, hakiki kulluk olduğunu ifade etmişlerdir.
Sahâbenin Dünyasında Bir Hâl Olarak İhsan
Sufilerin o nezih alanlarını izah etmek için kaleme aldıkları kitaplarda kendi yollarını tarif ederken esas olarak murakabeyi zikrettikleri ve bunu temellendirirken de Hârise (radıyallahu anh) hadîsini delil aldıkları görülür.
Rasûlüllâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hârise (radıyallahu anh)a: “Nasıl sabahladın ey Hârise?” diye sordu. Hârise (radıyallahu anh) cevaben: “Hakiki bir mü’min olarak yâ Rasûlellâh!” dedi. Bunun üzerine Rasûlüllâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Senin imanının hakikati nedir?” buyurdu. Hârise (Radıyallahu Anh): “Dünyadan uzaklaştım. Geceleri uykusuz, gündüzleri susuz geçirdim. Öyle ki, bana bu âlemin taşı, altını, gümüşü ve toprağı eşit hâle geldi. Artık Rabbimin arşına açıkça bakıyor, cennetliklerin nasıl nimetlendiklerini ve cehennemliklerin nasıl bağırıp çağırdıklarını görüyor gibiyim” cevabını verdi.
Hârise (Radıyallahu Anh)ın bu sözleri üzerine Rasûlüllâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Allah’ın kalbini nurlandırdığı mü’min! Marifete erdin (bildin), onun gereğini yap!” buyurdu.[3]
Metninden de açıkça anlaşıldığı üzere bu hadîs-i şerîf, ihsan makamının bir hâl olarak -dile yansıdığı kadarıyla- mahiyetini açıklamaktadır.
Tasavvuf Ehlinin Dilinde İhsan Makamı
Tasavvufa dair kaleme alınan ilk sistematik eserlerden birinin sahibi Ebû Nasr es-Serrâc (Kuddise Sirruhu) dine ait ilimleri Kur’ân ilimleri, sünnet ilimleri ve imanın hakikatleri şeklinde üç ana başlığa ayırmış ve bütün bunların -başta zikrettiğimiz- Cibrîl (Aleyhisselâm) hadisine dayandığını belirttikten sonra İslâm’ı “zâhir”, imanı “bâtın”, ihsanı da “zâhir ve bâtının hakikati” olarak nitelemiştir.
İmam Herevî (Kuddise Sirruhu) da aynı hadîsi tasavvuf ehlinin izlediği seyr-i sülûkün bir özeti saymıştır. Tasavvufî hayatta mühim bir yere sahip olan murakabe de Cibrîl (aleyhisselâm) hadisi ve Hârise (Radıyallâhu Anh) hadislerine dayandırılır. Çünkü murakabe, kulun her an Allah Teâlâ tarafından denetlenmekte olduğu şuurunun göstergesidir.
Şâh-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhu) ihsan makamını, “(Dünyada) Mevlâ’yı görmek yoktur, görür gibi olmak vardır” sözleriyle açıklamıştır.
İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu) Mektûbât’ında bu makamdan bahis açmış ve zâtî şuhûd bağlamında ele aldığı bölümde bu hâle mündemiç olanların durumunu Mevlânâ Ubeydullâh el-Ahrâr (kuddise sirruhu)dan naklen beyan etmiştir.[4]
İbn Arabî (Kuddise Sirruhû) ihsan makamına nail olan sufilerin müşahedeleri hakkında açıklamalarda bulunurken, “Mertebe-i ihsanın en düşük derecesi, Allah Teâlâ’ya onu görüyormuş gibi ibadet etmendir” buyurmuş ve ifadelerinin devamında, konuyu esmâ ve sıfât tecellîleri bağlamında daha da detaylandırmıştır.[5]
Ali Haydar Efendi Hazretlerinin Dilinde İhsan Makamı
Mahmud Efendi Hazretleri (Kuddise Sirruhu) bir sohbetinde Risâle-i Kudsiyye beyitlerini izah ederken Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirruhû)nun, Risâle-i Kudsiyye’sinin kenarına düştüğü, ihsan makamına dair şu açıklamayı nakletmiştir:
“Bil ki Seyr-i ilallâh müşâhede ve muayene (Allâh Teâlâ’yı görür gibi olma) makamı diye isimlendirilen mertebedir. Bu makam, saliklerin (henüz manevî yola başlayanların) derecelerinin sonu, vasıl olan (ulaşmış olan) ariflerin derecelerinin ise ilkidir. Manevî bir yürüyüş ile Allâh-u Teâlâ’ya yürüyen salikin seyri (yürüyüşü) muayene makamına ulaşmakla son bulur. Bu yürüyüş bittikten sonra, Seyr-i Fillâh başlar ki, bu ebediyyen kesilmez ve son bulmaz. Muhakkikler, ‘Allâh Teâlâ’ya olan yolculuğun sonu vardır. Allah-u Teâlâ’da olan yolculuğun sonu yoktur’ demişlerdir.”[6]
Mahmud Efendi Hazretlerinin Dilinde İhsan Makamı
Sohbetlerinde ihlâs ve ihsan mefhumları üzerinde sıklıkla duran Mahmud Efendi Hazretleri (Kuddise Sirruhu) bir sohbetinde Âl-i İmrân Sûresinin 172. âyet-i kerîmesi bağlamında ihsan makamını şöyle açıklamıştır:
“İhsan deyince her iyilik buraya girer ama asıl manası, Mevlâ’yı görür gibi ibadet etmektir. Bugün her şey bozuldu, çığırından çıktı. Öyle iken gene İslâmiyet’i eskisi gibi yaşayanlar buraya girer. Takva, emirleri tutup yasaklardan kaçmakla Allâh Teâlâ’ya karşı saygıyı devam ettirmek demektir. Muhsin ve müttakî kullar için büyük ecir vardır. Öyle büyük ki, dünya tartıları tartamaz, dünya ölçüleri ölçemez.”[7]
İhsan Makamına Erişme Yolu
Mü’minlerin ve bilhassa saliklerin hedefi olması gerektiğini ifade ettiğimiz ihsan makamına erişebilmek için gösterilmesi gereken gayret ve çalışmaları Mahmud Efendi Hazretleri (Kuddise Sirruhu) şöyle ifade buyurmuşturr:
“Tefekkür, devamlı zikirden sonra oluyor. Zikreden, sen demesen de o kendiliğinden düşünür. Meselâ, ‘Bu koca gökler nasıl duruyor?’ diye inceden inceye düşünceye dalar. Bu tefekkürden sonra gökler ve yerler nazarından kalkar. Eserden müessire geçer. Mevlâ Teâlâ’yı görür gibi olma makamını kazanarak Mevlâ ile sanki yüz yüze olur. O zaman ona hitaben konuşmaya başlar: ‘…Ey bizim Rabbimiz! Sen bunu (bu yaratılanları) boşuna yaratmadın. Seni tenzih ederiz. Öyleyse bizleri ateşin azabından koru!’[8] derler.”[9]
En temel ifadeyle ihsan, ihlâsın bir hâl olarak daimî bir seviyeye taşınmasıdır. Nitekim Mahmud Efendi Hazretlerimizin öğütlediği şekilde, bu hedefe doğru adım adım ilerleme yolunda cemaatimizin büyükleri, ihlâsı daimî hâle getirmiş olan kimseleri niteleyen “muhlâs”[10] sıfatını aralarında bir dua sebebi kılmış ve birbirlerinden dua talep ederken,“Lâm’ın fethası ile dua et!” diyerek bu ince anlayışı içselleştirmiş ve bir lâtife olarak aralarında yaygınlaştırmışlardır.
Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanoğlu, tasavvuf ehlinin ortaya koymuş olduğu bu hakikatlere kulak vererek kulluğun zirvesi ihsan makamına yürümeli, istikameti ve takvasıyla buna uygun bir hayat tarzı benimsemelidir.
Dipnotlar
[1] Müslim, “İmân”, 1.
[2] et-Taberânî, Mu‘cemü’l-Kebîr, 20/175, No. 374.
[3] Ebû Nuaym, Hilyeti’l-Evliyâ, 10/273.
[4] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 1. Cilt, 290. Mektup.
[5] İbn Arabî, el-Fütûhât-ı Mekkiye, 3/242.
[6] Mahmud Efendi Hazretleri, Risâle-i Kudsiyye Şerh ve İzahı, 1/15.
[7] Mahmud Efendi Hazretleri, “261. Sohbet”, Sohbetler, 9/325.
[8] Mahmud Efendi Hazretleri, Risâle-i Kudsiyye Şerhi ve İzahı, 1/420.
[9] Âl-i İmrân Sûresi, 191’den.
[10] Bu konuda açıklamalar için bkz. İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 3. Cild, 29. Mektup.