1. cilt 243. mektup, Molla Eyyüb el-Muhtesib’e yazılmıştır.
Hamd, salâtlar ve duaları tebliğ ettikten sonra… Pek aziz kardeşime malûm olsun ki; Birçok mektubunuzda defalarca nasihat istemiştiniz. Bu hakir, hallerinin çirkinliğine nazarla isteğinize cevap vermeye yeltenemedi. Talep tekrar edince zorunlu olarak bağlantısız birkaç konu yazayım dedim.
İyi dinle! Bilesin ki; insan için illa lazım olan mükellef olduğu şey, emirleri yerine getirmek ve yasaklardan geri durmaktır. “…Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının…”[1] Âyet-i Kerîmesi bu manaya şahittir. “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır…”[2] âyeti gereğince insan, ihlas ile de memurdur. İhlas ise, fena ve muhabbet-i zatîyyesiz düşünülemez. Şu hâlde gerçek ihlas tahakkuk etsin için, hiç şüphe yok ki fenayı [ve zâtî muhabbeti] sağlayan sûfilerin seyr u sülûk yolu da zorunludur.
Manevî olgunluğa erme ve erdirme mertebeleri açısından tasavvuf yolları farklılık arz ettiği için, bunlar arasında tercih yapma noktasında evlâ ve en münasip olanı; sünnete tabi olmayı vazife sayan ve şeriat hükümlerini yerine getirmeye en uygun olandır. Bu yol ise, Allah yüce sırlarını mukaddes kılsın Nakşibendî büyüklerinin yoludur. Çünkü o büyük zatlar bu yolda sünneti vazife olarak üstlendiler, zahirde ve batında fayda görseler de mümkün olduğunca ruhsatla amel etmeyi caiz kılmayarak bid‘atten kaçındılar. Sîrette sûrete zarar verdiğini bilseler de azîmetle ameli terk etmediler. Hâlleri ve vecdleri şeriata tâbi kıldılar. Manevî zevklerin ve marifetlerin (aslî ve fer‘î) dinî hükümlerin hizmetçisi olduğuna inandılar. Onlar, dinin nefis cevherlerini yani dinî ahkâmı, çocuklar gibi vecdin cevizi ve hâlin muzuyla değiştirmezler. Sûfilerin manasız sözlerine aldanmazlar. Nusûsu bırakıp Fusûs’a[3] dönmezler. Fütûhât-ı Medeniyye’yi bırakıp da Fütûhât- ı Mekkiyye’ye iltifat etmezler.
Bundan dolayı, hâlleri devamlı ve gafletsiz geçtiği gibi, vakitleri de çok uzun sürelidir. Onların batınlarının derinliklerinde mâsiva nakışları öyle ufalanmıştır ki; bin sene mâsivayı (Allah’tan gayrı ne varsa onu) kalplerine getirmeye çalışsalar getiremezler.[4] Başkaları için şimşek gibi olan zât-i tecellî o büyük zatlar için daimidir.[5] Sonrasında gaybet ve gaflet olan huzur hâli, onlara göre itibar alanından sakıttır. “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar…”[6] Âyet-i kerîmesi onların hâlini beyan etmektedir.
Tüm bunlarla beraber onların yolu vuslatı sağlayan en yakın yoldur ve elbette bunu sağlamaktadır. Diğer yolların sonunda elde edilen bu yolun başına yerleştirilmiştir. Sıddîk-i Ekber (Radıyallâhü Anh)a nispet edilen nispetleri tüm meşayıhın nispetlerinin üstündedir. Fakat her bir kimsenin anlayışı, o büyüklerin zevkini idrak edemeyebilir. Hatta bu tarîkatı anlamakta yetersiz olan bazı kişiler, neredeyse o büyük zatların kemâlâtını inkâr edecekler.
Şiir:
Yetersiz kişi, ahmaklığından onları tenkit edip ayıplayacak olsa da,
Alanları tüm çirkin sözlerden beridir.[7]
Arap şair şöyle demiştir:
İşte onlar benim atalarımdır ey Cerir!
Varsa onların bir benzeri, hadi bul getir.[8]
Allah sırrını mukaddes kılsın, Hâce Ahrâr (Kuddise Sirruhû) şöyle der: “Allah sırlarını mukaddes kılsın bu yüce silsilenin büyükleri, aldatan ve rakseden kimselerle kıyaslanamazlar. Onların bu yoldaki işleri gerçekten çok büyüktür.”
Şiir:
Açıklamak istemem onu insanlara,
Hakkıdır misaldeki aşk gibi gizli kalmak
Şu kadar var ki; niteledim istensin diye
Elden kaçmadan önce mahzun olmasınlar.
O büyük zatların özelliklerini ve kemâlâtını beyan edecek defterler yazılacak olsaydı, sonu olmayan denize göre bir damla hükmü olurdu.
Mısra:
Ey yolcu! Maksat hazinesini gösterdim sana.
Selâm olsun, hidayete tabi olan ve Muhammed Mustafa’ya tabi olmayı gerekli gören kişilere. Salâtların en faziletlisi ve selâmların en kâmili O’nun ve ailesinin üzerine olsun.
Dipnotlar
[1] Haşr Sûresi, 7.
[2] Zümer Sûresi, 3.
[3] Muhyiddin İbn-Arabî (v. 638) Rahimehullâh’ın Fusûsu’l-Hikem ismindeki eseri kastedilmektedir. Fusûsu’l-Hikem, üzerine yapılan şerh ve reddiyeler ile beraber tasavvuf tarihinin en temayüz etmiş kitabıdır. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in müjdesiyle bu kitabı yazmaya başlayan İbn Arabî Rahimehullâh Hakîkat-i Muhammediyye ve İnsân-ı Kâmil anlayışını merkezde tutarak 27 peygamber hakkındaki 27 hikmeti bu kitabına derc etmiştir.
[4] Sâlikin bin yıl boyunca bir şeyi hatırlayamaması fenâ-i kalp neticesinde ele geçen bir kemaldir.
[5] Tecelli sıfat neticesinde varlık ve bütün tabilerini kendine nispet etmekten kurtulan salikte geriye kalan tek şey olan ademin de (yokluğun da) zail olmasına tecellî zat denmektedir. Bu adem bütün mümkinatın aslı kabilindendir. Şöyle ki Vâcip Teâlâ’nın sıfatlarından aksetmesi neticesinde bu adem, imtiyaz kazanır ve Allah’ın sıfatlarına ayna olması neticesinde diğer ademlerden ayrılmış olur. İşte Vacip Teâlâ’dan akseden zıllar asıllarına mülhak olunca bu ademi diğerlerinden ayıran imtiyaz kalmamış olur. Dolayısıyla o da mutlak ademe katılır ve geriye hiçbir şey kalmaz. Bu da tecelli zat neticesinde gerçekleşir (3. cilt, 75. mektup).
[6] Nûr Sûresi, 37
[7] Câmî, Nefehâtü’l-Üns, s. 417.
[8] Ferezdak, Dîvân-ı Ferezdak, c.2, s.42.