Mevlânâ ve Seyyidünâ İmâmu’t-Tarîkati el-Hâce Muhammed Behâuddîn Şâh-ı Nakşibendî el-Buhârî (Kuddise Sirruh)
Hakikatler madeni, dinin mesnedi, hidayet imamlarının reisi, sâliklerin mürebbîsi, usûl-furû‘ ve aklî-naklî ilimlerin sahibi, âsâr ve huzur kaynağı, ulvî makâmâtın umdesi, her lahza ilahi aşkı gönüllere nakşeden Tarikat-ı Nakşibendiyye’nin imamı ve on altıncı altın halkası olan Mevlânâ Muhammed Bahâuddîn Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri, kemâlâtının vasfedilmesi mümkün olmayan bir zattır. İrşad tacı onunla süslendi, himmet meşaleleri onun Muhammedî sırlarıyla desteklendi. Hâcegân denilen bu mukaddes yol onunla Nakşibendiyye oldu. O, ilim ve marifet pınarlarından atadan ahfâda kâselerle kana kana içti. Doğunun ve batının gönlü onunla sürur buldu. Allah sevgisini kalplere nakşettiği için kendisine “Nakşibend” unvanı verildi. Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâuddin (kuddise sirruhû), buğday tenli, uzun boylu, uzunca sakallı ve güler yüzlüydü. Mübarek boynu nur gibi parlardı.[1]
Doğumu ve Çocukluğu
Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû), hicrî 718 (m. 1318) yılının Muharrem ayında arifler diyarı Kasr-ı Arifân (Şah-ı Nakşibend’den önceki ismiyle Kasr-ı Hinduvân) Köyü’nde dünyaya geldi.[2] Babasının adı Muhammed’dir. Mübarek nesebi İmam Cafer-i Sâdık yoluyla Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hazretlerine ulaşır.[3] Daha yeni doğduğunda Hâce Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretleri onun ileride çok büyük bir velî ve mürşid olacağını müjdelemiş ve onu Mevlânâ Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerine emanet etmiştir.
Henüz çocukluk yaşlarından itibaren seyyidlik ve veliliğin parlak izleri Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin mübarek suretinde açıkça belli oluyordu. Hidayet ve kerâmet nurları her an alnında parlıyordu. Sâliha bir hanım olan annesi şöyle anlatır: “Oğlum Bahâuddîn henüz dört yaşındaydı. Bizim ineklerden birisine işaret ederek: ‘Bizim şu geyik boynuzlu ineğimiz beyaz alınlı bir buzağı doğursa gerektir!’ dedi. Bundan birkaç ay geçtikten sonra o inek Bahâuddîn’in vasfettiği şekilde bir buzağı doğurdu.”[4]
Gençlik Yılları ve Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) İle Mülâkâtı
Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri çocukluğundan itibaren ilim ve irfan meclislerinde iyice yoğruldu. On sekiz yaşlarındayken dedesi onu evlendirmek istedi. Bu esnada onu Mevlânâ Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerini davet etmesi için Kasr-ı Arifân’dan Semmâs Köyü’ne gönderdi. O gece orada kaldıktan sonra, sabahleyin Muhammed Baba Semmâsi (kuddise sirruhû) hazretlerinin huzuruna geldi. Sonra birlikte Kasr-ı Arifân’a gittiler.[5] Dedesi Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerine evlilik işinden söz edince, “Hayırlıdır, tamamına erdirmek gerekir,” buyurdu. Bunun üzerine dedesi hemen düğün yapmak istediyse de babası, görkemli bir düğün planladığından merasimi erteledi. Ancak, ihtişamlı bir düğün yapmak isteyen babası, sonradan arız olan maddî sıkıntıdan dolayı bu isteğine muvaffak olamadı.[6]
Enîsü’t-Tâlibîn’de bildirildiğine göre Mevlânâ Bahâuddîn Nakşibend (kuddise sirruhû) belirli bir yaşa geldikten sonra babası onu Semerkand’a götürdü. Bu arada Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) vefat etmişti. Babası nerede bir velî olduğunu işitse Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerini onun yanına götürüyor ve bu kimselerden onun hakkında hüsn-ü nazarlarını elde etmek için tam bir tazarru ile ziyarette bulunuyordu. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) bir süre Semerkant’ta kalıp istifade ettikten sonra Buhara’ya geçti. Sonrasını kendisi şöyle anlatıyor: “Kasr-ı Ârifân’da ikamet ederken ilâhî bir lütuf olarak Hâce Azîzân (kuddise sirruhû) hazretlerinin mübarek külâhı bana ulaştı. O andan sonra benim hallerim daha kuvvetli oldu, daha çok ümitvâr oldum.” Böylelikle Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine ikram edilmiş ve Hâcegân yoluna olan iştiyakı artmıştı.
Sonrasında olanları ise Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) şöyle anlatıyor: “Bu sıralarda Hâce Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretleri Kasr-ı Ârifân’da yanıma teşrif ettiler ve şöyle buyurdular: ‘Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) bana, “Oğlum! Bahâuddîn hakkında terbiye ve şefkatini eksik etmeyesin! Eğer bu hususta kusur edersen sana olan terbiye hakkımı helal etmem!” diye vasiyet etmişti. Ben de: “Eğer kusur edersem merd (kâmil er) olmayayım demiştim.” Bu şekilde benim hakkımdaki keremlerini te’kit etmişlerdi.”[7]
Halil Ata (kuddise sirruhû) İle Karşılaşması
Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) ile aralarında geçen bu sohbetten birkaç gün sonra bir gece rüyasında Türk meşâyıhından Hakîm Ata Tirmizî (kuddise sirruhû) hazretlerini gördü. Rüyasında onu, uyandığında yüzünü ayan beyan hatırladığı bir dervişe havale etmişti. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri bu rüyasını sâliha bir hanım olan ninesine anlattı. O da bu rüyayı “Bir Türk şeyhinden terbiye göreceği” şeklinde tabir etti. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) bir gün çarşıdayken bu zatı gördü. Onunla konuşma imkânı bulamasa da sonrasında yanına birisi gelerek, “Derviş Halil seni istiyor!” dedi. Yanına gittiğinde tam rüyasını anlatacaktı ki, Halil Ata (kuddise sirruhû) “Beyana gerek yoktur, muradını biliriz!” dedi. Onun bu kerametinden dolayı çok taaccübe kapılan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri muhabbetle onun sohbetlerine katıldı ve Halil Ata Sultan olduktan sonra da Maveraünnehir’de onun hizmetine devam etti ve yıllar sonra Buhara’ya döndü.[8]
Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû)Hazretleri İle Mânen Buluşması
Tarikat adâbını Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerinden alan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû)[9] üveysî yolla da Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretlerinin ruhaniyetinden istifade etmiştir.[10] Hallerinin ilk günlerinde cezbesi ağır basan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) Buhara kabristanına giderek bazı evliyanın kabirlerini ziyaret ederdi. Yine bir gece ziyarete gittiğinde gördü ki, her bir mezarın başında bir kandil yanıyor. En son kabrin başına giderek orada kıbleye doğru oturdu. Burada kendisine bir gaybet hali arız oldu. Bu haldeyken kıble tarafından yeşil örtülerle süslenmiş bir taht zuhur ettiğini gördü. Etrafında, içlerinde Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerinin de bulunduğu bir cemaat bulunuyordu. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri burada şöyle buyuruyor: “Anladım ki bu zatlar Hâcegân hazeratıydı.”
Sonra içlerinden birisi Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine: “İşte bu zat Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretleridir, diğerleri ise onun halifeleri…” dedi. Sonra her birine işaret ederek saydı: “Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ-i Kebîr, Hâce Arif Rîvgerî, Hâce Mahmud İncîr Fağnevî ve Hâce Ali Râmitenî (kaddesallâhu esrârahum)… Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerini ise zaten tanırsın.” Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretleri, sülûkün başlangıç, orta ve sonuyla alakalı mukaddes kelimeleri ona tek tek anlattı. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine bazı şeyler daha anlattıktan sonra, “Nesef’e git, Seyyid Emîr Külâl’i bul,” buyurdu.[11]
Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) Hazretlerine İntisabı
Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) gaybet halinden çıkıp kendine geldikten sonra oradan ayrılarak evine gitti. Sonra Nesef bölgesinde bir köyde kalan Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerinin yanına vardı. Bundan sonrasını Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) şöyle anlatıyor: “Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretleri bana zikir telkîni buyurdular. Ben de emredildiği şekilde gizli zikirle nefiy ve ispat yolunda çalıştım ve bir müddet bu şekilde devam ettim.”[12] Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri bundan sonra zikir aldığı şeyhi Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerinden çok istifade etti ve yüce makamlara ulaştı. Sufiyye meclislerine katıldığı gibi, ilim meclislerine de katıldı. Yedi yıl kadar hizmetinde bulunduğu şeyhinden vefatına yakın irşad yetkisi aldı. Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretleri bütün ihvanına, Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine tabi olmalarını vasiyet etti. Sohbetleriyle insanları irşad eden Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) sayılamayacak kadar talebe ve halife bıraktı. Kendisinden sonra Silsile-i Aliyye Mevlânâ Alâüddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri ile devam etti.[13]
Bazı Kerametleri
Mevlânâ Bahâuddîn Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin çok fazla kerameti vardı. Bunlar geniş hacimli kitaplarda tek tek zikredilmektedir. Mevlânâ Alâüddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri bir kerametini şöyle anlatır: “Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri Buhara’daydı. İleri gelen ihvanından Mevlânâ Arif de o sırada Harezm’de bulunuyordu. Birgün Şâh-ı Nahkşibend (kuddise sirruhû) hazretleri sohbet esnasında, ‘Şu anda Mevlâ Arif Harezm’den Serây’a doğru yola çıktı ve filanca yere ulaştı’ buyurdu. Bir süre sonra da, ‘Mevlâ Arif’in Serây’a gitmeyeceği, Harezm’e geri döndüğü ilham edildi’ buyurdu. Oradakiler bu olayı tarihiyle beraber kaydettiler. Bir müddet sonra Mevlânâ Arif Buhara’ya geldi. Bu olayı ona haber verdiklerinde: ‘Aynen anlattığınız gibi oldu,’ dedi. Bunun üzerine orada bulunanlar büyük bir taaccübe kapıldılar.”[14]
Hâce Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri anlatıyor: “Birgün Hâcemiz (kuddise sirruhû) hazretlerinin yanındaydım. Havada pus ve bulut vardı. Hâce (kuddise sirruhû) hazretleri: “Öğle namazının vakti oldu mu?” buyurdu. Ben de: “Henüz olmadı efendim,” dedim. Bana, “Gökyüzüne bak” diye işaret buyurdu. Baktığımda gördüm ki, perdeler açılmış, gökyüzü melekleri öğle namazını kılıyorlar. Bunun üzerine Hâce (kuddise sirruhû) hazretleri buyurdu: “Ne dersin, öğle namazı vakti oldu mu?” O anda çok utandım ve istiğfar ettim.”[15]
Hâce Muhammed Zâhid (kuddise sirruhû) şöyle anlatır: “Sülûkümün ilk günleriydi, Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleriyle oturuyorduk. İlkbahar mevsimiydi. Canım karpuz istemişti. Bulunduğumuz yerin yakınında dere vardı. Hâce (kuddise sirruhû) hazretleri bana şöyle buyurdu: “Şu derenin kenarına git.” Hemen gittim ve derede henüz yeni koparılmış bir karpuz buldum. Bu olaydan sonra Hâce (kuddise sirruhû) hazretlerine bende tam bir inanç hâsıl oldu. Allah (celle celâluhû) bizleri onun bereketinden faydalandırsın!”[16]
Güzel Ahlâkı ve Halleri
Hâce Bahâuddîn Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri daima fakirliği seçer, dünyadan yüz çevirir ve alâkaları keserdi. Mâsivadan tam bir şekilde hâlî olma yolunda çalışırdı. “Ben ne bulduysam fakirlik halinde buldum,” buyururdu. Evinde hasırdan başka bir şeyi bulunmazdı. Helal ve harama son derece titizlik gösterirdi. Kendisine hediye getiren kimselere Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sünneti üzere mukabele ederdi. Onun sohbetinin bereketiyle müridlerinde de bu güzel hasletler bulunurdu.
Müridlerinden birisini ziyaret ettiğinde akrabalarını, çocuklarını sorardı. Her birisiyle münasip bir şekilde şakalaşırdı. Yeri geldiğinde işlerini, hatta bineklerini sorardı. Herkese haline uygun şekilde davranır, onların menzilesine inerdi. “Bayezîd-i Bestâmî (kuddise sirruhû) istiğraktan döndüğünde bu şekilde yapardı,” buyururdu.[17] Evine birisi gelecek olsa ona bizzat hizmet eder, bineğine bile özen gösterirdi ve şöyle buyururdu: “Hâce Azîzân’dan menkuldür ki; ziyarete gelen dostun bineğine bile riayet etmek lazımdır. Zira o dostun teşrif etmesi o binek sebebiyle gerçekleşmiştir.”[18]
Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) ziraat eder, ekip biçtiğinden yerdi. Her sene bir miktar arpa ve bir miktar buğday eker; tohumu, tarlayı, suyu, kullanılan hayvanları tam bir ihtiyatla seçerdi. Kıymetli sohbetlerine ulemadan büyük zatlar gelir, teberrüken yemeğinden yerlerdi.[19] Yemeğin hazırlanmasında bizzat kendisi yardımda bulunurdu. Yemek yiyen dervişlere devamlı kalp huzurunu tavsiye buyururdu. Öfke ve isteksizce pişirilen yemeği yemezdi.
Nakledildiğine göre, Hâce Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri Gadyût denilen beldeye gitti. Yemek vakti gelince bir derviş yemek getirdi. Buyurdu ki: “Bize bu yemeği yemek uygun değildir. Şu sebeptendir ki bu yemek öfke ile pişirilmiştir; hamurunu yoğurup bu hale getiren kimse öfkeliydi.” Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) şöyle buyururdu: “Öfke, gaflet ve düşmanlık ile olan hiçbir işte hayır ve bereket yoktur; nefsin hevâsı ve şeytan ona yol bulmuştur. Sâlih amellerin ve güzel işlerin meydana gelmesi helal yemeye bağlıdır. Böyle bir yemek de kalp huzuru ve uyanıklık ile yenilmelidir. Her zaman kalp huzuru ve âgâhlık gereklidir ki, namazda da kalp huzuruna sebep olsun.”[20]
Bazı Sözleri
* “Biz, nihayeti(sonu) bidayete(başa) derç ediyoruz.” [Nihayeti bidayete derc etme yolu Hâcegân (kaddesallâhu esrârahum) hazerâtının yoludur. İmam-ı Rabbânî (kuddise sirruhû) hazretleri, Mektûbât’ın birçok yerinde bu kaideye (İndirâcü’n-nihâyefi’l-bidâye) değinmiştir.][21]
* “Mâsivâ ile alaka kurmak bu yolun yolcularına büyük perdedir.”
* “Bizim yolumuz sohbettir. Halvette şöhret vardır; şöhrette afet vardır. Hayır ve bereket cemiyettedir; cemiyet de sohbettedir. Sohbette olanların yekdiğerinde fanî olmaları şarttır. Hazreti Huzeyfe’nin (radıyallâhu anh): “Gel bir saat iman edelim”[22] sözü gösteriyor ki, taliplerin kendi aralarında sohbet etmelerinde çok hayır ve bereket vardır. Ümit ederiz ki, buna devamda son derece ihtimam gösterirlerse hakiki imanı elde etmiş olurlar.”
* “Bizim yolumuzda az amele çok karşılık vardır.”[23]
* “Bizim yolumuz “Urve-i vüskâ”dır (sağlam kulptur). Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sünnetine yapışmak ve Sahâbe-i Kirâm’ın (radıyallâhu anhum ecmaîn) yoluna uymaktır.”[24]
* “Mum gibi ol, mum gibi olma! Mum gibi ol ki, senden başkalarına ışık erişsin; mum gibi olma ki, başkalarını aydınlatırken kendini karanlıkta bırakmayasın.”
* “Dervişin kendisinde bulunmayan halden bahsetmemesi gerekir. Nitekim meşayıh buyurmuşlardır ki: “Cenâb-ı Hak kendisinde olmayan halleri anlatan kimseleri o halin saadetine eriştirmez!”[25]
Halifeleri
Birçok halifesi bulunan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin en önemli iki halifesi Mevlânâ Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri ve Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretleridir.[26] Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretlerine “Pârsâ” lakâbı Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri tarafından verilmiştir. Reşehât’ta zikredildiğine göre Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretleri henüz tarikatta ilk günlerindeyken, bir gün Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin evinin önüne gelmiş ve eşiğinde beklemeye başlamış. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri dışarıdan gelen hizmetçisine kapıdakinin kim olduğunu sorunca, “Bir pârsâ (zâhid) genç!” cevabını almış. Bunun üzerine dışarıya çıkan Hâce Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretlerine latife yaparak: “Siz pârsâ birisiymişsiniz” buyurmuş ve o andan sonra da bu lakapla anılır olmuş.[27]
Mevlânâ Yakûb Çerhî (kuddise sirruhû) hazretleri de Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinden hilâfet almış olmakla birlikte Silsile-i Zeheb’de şeyhi Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretlerinden sonra zikredilmiştir. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin bir diğer halifesi de Alâeddîn Gucdüvânî[28] (kuddise sirruhû) hazretleridir.[29] Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretleri ve Alâeddîn Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretleri ile gelen kollar fazla yaygınlaşmamıştır.
Eserleri
Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine birçok eser nispet edilmekteyse de bunların çoğu ona ait olmayıp, nispeti en kuvvetli olanlardan birisi Evrâd-ı Bahâiyye isimli eserdir.[30]
Nakşibendiyye büyüklerinin terceme-i hallerini zikreden Nefehâtü’l-Üns ve Reşahât Aynu’l-Hayât gibi[31] eserler dışında Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatını, sözlerini ve sohbetlerini konu alan husûsî bir edebiyatın varlığından da söz etmek mümkündür.[32] Bunlardan bazıları:
Risâle-i Ünsiyye: Mevlânâ Yakub-i Çerhî (kuddise sirruhû) hazretlerine ait olan Farsça eser Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatından kesitler ve birtakım tasavvufî bilgileri ihtiva etmektedir.[33] Bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde (Hüsrev Paşa, no:757) bulunmaktadır. Eser, La’lizâde Abdulbaki Efendi tarafından Osmanlıcaya çevrilmiştir.[34]
Risâle-i Kudsiyye: Hâce Muhammed Pârsa (kuddise sirruhû) hazretlerine ait olan eser Farsça olup, Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin sohbetlerini içermektedir.[35] Yazmaları (Ankara Millî Ktp., A 7056; Kayseri Raşit Efendi Ktp., 1110/2) olan eserin bir de Abdullah Salâhî tarafından kaleme alınmış tercümesi bulunmaktadır.[36]
Enîsü’t-Tâlibîn ve‘Uddetü’s-Sâlikîn: Salâh b. el-Mübârek el-Buhârî’nin yazdığı Farsça bir eserdir. Kütüphanelerde yazmaları bulunan eser (Nuruosmaniye, no:2648; Beyazıt İl Halk Ktp, no:1464; Ankara Milli Ktp, A 3550) Süleyman İzzî Teşrifâtî tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.[37]
Vefatı
Mevlânâ Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri şöyle anlatır: “Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin vefat halinden hemen önce Yâsîn Sûresi okuyorduk. Sûrenin yarısına gelince nurlar yükselmeye başladı. Sonra kelime-i tevhidle meşgul olduk. O sırada da Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri ebedî aleme irtihal buyurdu. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri arkasında birçok velî bırakarak 3 Rebîulevvel 791 (2 Mart 1389) Pazartesi günü vefat etmiştir.[38] Allah (celle celâluhû) bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Âmîn…
Dipnotlar
[1] en-Nakşibendî, Ahmed b. Süleyman, Şemâil-i Silsile-i Nakşibendiyye, M. Ü. İ. F. Kütüphanesi, nr. 770, vr. 25b.
[2] el-Kazvînî, Muhammed b. Hüseyin, Silsilenâme-i Hâcegân-ı Nakşibend, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 1381, vr. 9b.
[3] el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1. Baskı, s. 45.
[4] el-Hânî, Muhammed b. Abdillah, el-Behcetü’s-Seniyye, Kastamonu İl Halk Ktp, nr. 2292, vr. 59a.
[5] el-Buhârî, İbn Mübârek, Enîsü’t-Tâlibîn ve ‘Uddetü’s-Sâlikîn, trc. Süleyman ‘İzzî, Dersaadet, İstanbul 1328, s. 17-18.
[6] Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2015, s. 99-100.
[7] el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 18-19.
[8] Câmî, Mevlânâ Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns, trc. Lâmi’î Çelebi, İstanbul, s. 417; en-Nebhânî, Yusuf b. İsmail, Câmi’u Kerâmâti’l-Evliyâ, Merkez-i Ehl-i Sünnet Berakât-i Rızâ, Porbandar 2001, I/244.
[9] el-Bağdâdî, Muhammed b. Süleyman, el-Hadîkatü’n-Nediyye fî Âdâbi’t-Tarîkati’n-Nakşibendiyye, Riyad Üniversitesi Kütüphanesi, no: 4178, 5/b.
[10] Mevlânâ Muhammed Kâdî, Silsiletü’l-‘Ârifîn ve Tezkiretü’s-Sıddîkîn, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 2830, vr. 45a; el-Münâvî, Muhammed Abdurraûf, el-Kevâkibü’d-Dürriyye, Dâru Sâdir, Beyrut, IV/238.
[11] Hocazâde, Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliyâ, İstanbul 1318, s. 45-46.
[12] el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 26.
[13] el-Hasenî, Abdulhayy, Nüzhetü’l-Havâtır ve Behcetü’l-Mesâmi’ ve’n-Nevâzır, Dâru İbn Hazm, Beyrut 1999, III/235.
[14] en-Nebhânî, Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ, I/246.
[15] el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 49
[16] el-Hânî, Abdülmecîd b. Muhammed, el-Hadâiku’l-Verdiyye, thk. Muhammed Hâlid el-Harse, Dâru’l-Beyrûtî, 1. Baskı, Dimaşk 1997, s. 431.
[17] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 422.
[18] el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 55.
[19] Muhammed Bâkır, Makâmât-ı Hâce-i Nakşbend, s. 38.
[20] el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 48.
[21] Bkz. İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, I/78 (66. Mektub).
[22] Ahmed b. Hanbel, XXI/379 (no: 13796).
[23] el-Fârûkî, Muhammed Fadlullah, Umdetü’l-Makâmât, Hakikat Kit., İstanbul 2014, s. 70.
[24] el-Hüseynî, Muhammed ‘Îd Abdullah Ya‘kûb, es-Silsiletü’z-Zehebiyye fî Menâkıbi’s-Sâdeti’n-Nakşibendiyye, Dâru’l-Fârâbî, Dimaşk 2004, s. 155.
[25] el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 82, 84.
[26] On yedinci sayıda Mevlânâ Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatıyla alâkalı geniş malûmât verildiğinden dolayı burada sadece Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretlerinden kısaca bahsedilmiştir.
[27] Safî, Mevlânâ Fahruddîn Alî b. Hüseyin, Reşahât, İstanbul, s. 84.
[28] Hâce Ubeydullah (kuddise sirruhû) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Alâeddîn Gucdüvânî (kuddise sirruhû) gençlik yıllarından itibaren Hâce Bahâuddîn (kuddise sirruhû) hazretlerine hizmet etme şerefine nail olmuş ve hayatının sonuna kadar da onun yanından ayrılmamıştır.” Mevlânâ Safî, Reşahât, s. 103.
[29] el-Fârûkî, Umdetü’l-Makâmât,s. 75.
[30] Hacı Halîfe, Keşfü’z-Zunûn, I/200. İstanbul’da yazmaları bulunan eserin (Nuruosmaniye, nr. 2881, 2914/2; İBB A. Kitaplığı, OE 733, 61a-65b vd. ), Mustafa b. İbrahim Adanavî’nin (Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi, no:1706; Marmara Üni. Ktp., no:1085) şerhi ve Abdulkadir b. Muhammed el-Keyyâlî’nin el-Füyûzâtu’l-İhsâniyye’si (İskenderiye, 1872) gibi birkaç tane şerhi de bulunmaktadır.
[31] Gümüşhanevî, Ahmed Zıyâuddîn, Câmi‘u’l-Usûl fi’l-Evliyâ ve Envâ‘ihim, Süleymaniye Ktp., Abdülgani Ağa, no: 133, 4.
[32] Bkz. Muhammed Ahmed Dernika, et-Tarîkatü’n-Nakşibendiyye ve A‘lâmuhâ, s. 20.
[33] Hacı Halîfe, a.g.e., I/839.
[34] Çevirisi de Süleymaniye Kütüphanesi (Pertev Paşa, no: 636)’nde bulunmaktadır. Mevlânâ Yakub-ı Çerhî (kuddise sirruhû) eserinin mukaddimesinde şöyle buyurmuştur: “Fakir Yakub b. Osman b. Mahmud el-Ğaznevî el-Çerhî’nin en büyük arzusu Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi vesellem) Efendimiz’in yaşantısını hayatına aksettiren Bahâeddîn Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatını yazmaktı. Böylece onun rüzgârından yararlanarak Allah dostlarıyla ünsiyet kazanabilmeyi umduk. Ayrıca Silsile’de bulunan meşayıhın hallerini ihvana ulaştırmayı diledik. Cezbe yoluyla hâsıl olan halleri kalemle şerh etmek elbette mümkün değilse de elden geldiğince anlatmaya çalıştık.” Mevlânâ Yakub-i Çerhî, Risâle-i Ünsiyye, trc. A. Cahit Haksever, s. 21-22.
[35] Hacı Halîfe, a.g.e., I/882. Bkz. Hâce Muhammed Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye, trc. Abdullah Salâhî, İstanbul 1323, s. 5.
[36] Millet Kütüphanesi (Ali Emiri, Şeriyye 806/1)’nde yazması bulunan eser 1323 yılında İstanbul’da basılmıştır. Mütercim, “erdi itmâma Salâhî’den eser, buldu bir lafızla tarihe -zafer-” şeklinde tarih düşmüştür. (İstanbul 1323, s. 87). (“Zafer”, ebced hesabıyla eserin bittiği 1180 tarihine işaret etmektedir.)
[37] Yazmaları (Millet Ktp, Ali Emîrî,1329; Ankara Milli Ktp, A 2000) bulunan mezkûr tercüme 1328 yılında İstanbul’da basılmıştır.
[38] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 434.