Ebû Abdullah künyesi ile anılan Ca‘fer ibnü Muhammed (Radıyallâhu Anhümâ), Sâdık lâkabının sahibidir. Hayatı boyunca kendisinden hiç yalan söz sadır olmadığı için bu lâkap kendisine verilmiştir. Ca‘fer ibnü Muhammed (Radıyallâhu Anhümâ) güleç yüzlü, tatlı sözlü, halîm bir zâttı. Başı büyükçe, cismi nurluydu. Teninin rengi beyaz-kırmızı karışımı pembesiydi. Büyük dedesi Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh)a çok benzerdi.
Ailesi ve Nesebi
Altın silsilenin beşinci halkası olan Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ), hem Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nesl-i pâkinden, hem de Hazreti Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh)ın neslindendir. Babası Muhammed Bâkır (Radıyallâhu Anh), Hazreti Hüseyin (Radıyallâhu Anh)ın torunu; annesi Ümmü Ferve (Radıyallâhu Anh) ise Hazreti Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh)ın torunu ve altın silsilenin dördüncü halkası olan Kasım ibnü Muhammed (Radıyallâhu Anh)ın kızıdır.
Doğumu ve Yetişmesi
Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) 83 (M.702) senesinde Medine-i Münevvere’de doğdu. Tebe-i tabiîn neslinden pek çok tabiîden hadis dinledi. Babası (Radıyallâhu Anh), Atâ, Urve ve Zührî (Radıyallâhu Anhum) gibi büyük muhaddislerden rivâyetlerde bulundu. Kendisinden de Şu‘be, oğlu Mûsâ Kâzım, Yahya ibnü Sa‘id, Ebû Hanîfe (Radıyallâhu Anhum) ve daha pek çok kimsenin rivâyetleri vardır. İmam Buhârî (Rahimehullâh) dışında bütün Kütüb-i Sitte müelliflerinin, kendisinden rivâyetleri bulunmaktadır.
Bütün maddî ve mânevî ilimlerle meşgul bir âlimdi. Maddî ilimlerde aklıyla maddeyi tasarrufu altına alma özelliğine sahip bir kimse olarak; kimya, fizik ve cebir ilimlerinde en öndeydi. İslâm’ın, kalplerin keşfiyle meşgul olduğu kadar, akılla maddenin sırlarının keşfini emrettiğini gösterdi. Cebir ilminin mucidi sayılan Câbir ibnü Hayyâm’ın, onun talebesi olduğu ve bu ilimde ondan çok şeyler öğrendiği nakledilir. Ayrıca tasavvufî tefsir dediğimiz işârî tefsirde de ilklerdendir.
Müntehabât şeklinde, bazı âyet-i kerîmelere dair yazdığı tasavvufî tefsiri günümüze ulaşmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (Rahimehullâh) ile çağdaş oldukları, dostluk ve yakınlıkları bilinmektedir.
Vefâtı
148 (M.765) senesinde vefât eden Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ), Cennetü’l-Baki mezarlığına babası Muhammed Bakır ve dedesi Ali Zeynelabidin ile dedesinin amcası Hasan ibnü Ali’nin (Radıyallâhu Anhum) kabirleri yanına defnedildi. Medîne-i Münevvere’nin ilk müslüman mezarlığı olan ve pek çok sahâbî ile birlikte sülehâdan birçok sâlih zâtın medfûn bulunduğu Cennetü’l-Baki, mü’minler için en önemli ziyâret yerlerinden biridir.
Hilâfet Teklif Edilince
Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ)nın hayatının bir kısmı Emevî, bir kısmı ise Abbâsî hilâfeti zamanında geçti. Emevî hilâfetine karşı çıkan Ebû Müslim Horasânî, bir ara ona mektup yazarak halife olmasını istedi. Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ): “Ben halifeliği kabul edemem.” diyerek kendisine gönderilmiş olan mektubu yaktı. Çünkü o, mânâ âleminin halifesiydi. Böyle siyasî bir çekişmeye fiilen girmesi durumunda mânevî nüfûzu zedelenip büsbütün yalnız kalabilirdi.
Hilâfet Abbâsî hanedanına geçtikten sonra bazı halifeler, onun mânevî nüfûzundan korkmuşlarsa da, mehabeti karşısında ona saygı duymaya mecbur kalmışlardı. Nitekim Abbâsî devletinin ikinci halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un kendisini sık sık ziyaret ettiği ve fikirlerine başvurduğu rivâyet edilir.
Naklolunduğuna göre bir gün Halife el-Mansûr’un yüzüne bir sinek konar. el-Mansûr, her ne kadar sineği kovarsa da uzaklaştırmaya bir türlü muvaffak olamaz. O sırada Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) halifenin yanına gelir. el-Mansûr sorar:
– Allah’ın sineği yaratmasındaki hikmet nedir?
Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) der ki:
– Zalimlere ve kendine güvenenlere bir sineğe bile güç yetiremediklerini göstermektir.
Ya Dedem Yakama Yapışırsa…
Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ), muasırı zâhid âlimlerle yakın bir dostluk içerisindeydi. Onlarla bir araya gelir ve sohbetlerde bulunurdu. Onun sohbetinden yararlanmaya çalışan zâhidlerden biri de Dâvûd et-Tâî (Rahimehullâh) idi.
Dâvûd et-Tâî (Rahimehullâh) bir gün Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ)ya gelerek, kalbinin karardığından bahisle, nasihat talebinde bulunur. Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ):
– Sen çağımızın en zâhidisin, benim nasihatime ne ihtiyacın olacak? der.
Dâvûd et-Tâî (Rahimehullâh):
– Ey Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in evlâdı, senin halka üstünlüğün var. Onun için senin herkese vaaz etmen lazım, der. Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) cevaben der ki:
– Yâ Dâvûd, ben kıyamet gününde dedemin benim yakama yapışıp: “Bana tabi olmanın hakkını neden ödemedin? Bu iş neseble ve haseple olmaz; zira muameleyle olur.” diye çıkışmasından korkuyorum.
Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) buyurur: “Allah Te‘âlâ, bir kuluna hayır murad edince ona nefsinin ayıplarını ve dünyanın kusurlarını gösterir.”
Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) nefsinin kusurunu gören bahtiyarlardandı. Nitekim bir gün köleleriyle oturduğu bir sırada onlara: “Gelin sizinle bir anlaşmaya varalım: Kıyamet gününde hangimiz kurtulursak, birbirimize şefaatçi olmak üzere söz verelim.” dedi. Onlar da: “Ey Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in evlâdı. Senin deden bütün halkın şefaatçisidir. Senin bizim şefaatimize nasıl ihtiyacın olabilir?” dediler. Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) da onlara: “Ben kıyamet gününde, şu halim ve bu fiillerimle dedemin yüzüne bakmaktan hayâ ederim.” dedi.
Tevazuu ve Zühdü
Nefsini yüceltip benlik güdenleri sevmezdi. Nitekim bir gün dolaşırken bir kabileye rastladı. Onlara: “Sizin efendiniz kim?” diye sordu. İçlerinden birisi ayağa kalktı ve: “Ben” dedi. Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) şu karşılığı verdi: “Eğer sen bunların efendisi olsaydın, ‘ben’ demezdin!” Çünkü benlik efendiliğe engeldi.
Onun “benlik” ve kendini beğenme konusundaki şu sözü de çok açıklayıcı ve tesirlidir: “Evveli korku, sonu özür olan her günah kulu Hakk’a ulaştırır. Evveli güven, sonu kibir olan her ibadet kulu Hakk’tan uzaklaştırır. Kendini beğenen itaatkâr aslında asi; özür ve afv dileyen asi ise itaatkârdır.”
Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ) zahiddi; fakat zahidliği yün hırkadan ibaret görenlerden değildi. Nitekim çağdaşı Süfyân es-Sevrî (Rahimehullâh), bir gün Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ)yı ziyârete geldi. Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ)nın üzerinde çok değerli bir elbise olduğunu gördü ve bunu ona yakıştıramayarak: “Siz peygamber soyundansınız. Bu kadar kıymetli bir elbise giyinmeniz yakışık alır mı?” diye sordu. Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ): “Böyle olduğuna nasıl kanaat getirdin? Hele elini getirip bir bak onun altında ne var?” dedi. Süfyân es-Sevrî (Rahimehullâh) elini kaftanın içine sokunca eli kalın kıldan dokunmuş sert yün bir elbiseyle temas etti. Bunun üzerine buyurdu ki: “Dıştan giydiğimizi siz insanlar için giyiyor ve saklamıyoruz. İçten giydiğimizi de Allah Te‘âlâ için giyiyor ve kimsenin görüp bilmesini istemiyoruz. Çünkü Allah Te‘âlâ için olanı gizlemek esastır.”
Fakrı ve Sabrı
Fakrı ve sabrı, zenginlik ve şükre tercih edenlerdendi. Nitekim sordular:
– Sabreden fakir mi, şükreden zengin mi daha üstündür? Şu karşılığı verdi:
– Şüphesiz sabreden fakir, daha üstündür. Zira zenginin gönlü kese ve kasa ile meşgul iken, fakirin kalbi Allah Te‘âlâ ile beraberdir.
Samimiyeti ve Dostluğu
Arkadaşlık ve dostluk konusunda güzel bazı nasihatleri vardı. Onlardan birkaçı şöyledir: “Gerçek mü’minlerden olmanın yolu, insanların seninle nasıl arkadaş olmalarını istiyorsan, senin de onlarla öyle arkadaş olmandır.”
“Kötülerle arkadaş olma çünkü sana kötülük öğretirler. Böyle biriyle arkadaş olursan başın dertten kurtulmaz. Kötülerin girip çıktığı yere girip çıkan ayıplanmaktan salim kalamaz.”
“Diline sahip olamayan pişmanlık duyar.”
Rehber Şahsiyeti
Gelin birbirimizi uyaralım, bey’at kılıp Hakk’a varalım. İtaatkâr kimse, bu hâliyle ucûbe düşüp de kendinde varlık hissedecek olursa, asi olur. Asi tevbe ederse mutî olur. Tevbe, ibâdetten öncedir. Çünkü tevbesiz ibâdet sıhhatli olmaz. Nitekim Allah Te‘âlâ: “Tevbe edenler, ibâdet edenler…” (Tevbe Sûresi:112) âyetinde tevbeyi ibâdetten önde zikreder.
Bir sohbetinde şöyle buyurmuştur: “Bir günah işlediğiniz zaman, Allah’tan afv dileyin; çünkü en büyük hata, hatada ısrardır.” Rızkı daralan kimsenin de istiğfara devam etmesini isterdi. “Hakk Teâlâ’yı zikredecek vakitte tövbeyi zikretmek gaflettir. Gerçek zikir, Hakk’ın zikri sırasında masivayı unutmaktır. İşte o vakit kul için Allah Te‘âlâ her şeye bedel olur. Allah Te‘âlâ’yı tanıyan, masivadan yüz çevirir.” derdi. Çünkü insan, Allah Te‘âlâ’yı tanımakla masivayı inkâr etmiş olur. Masivayı ve ağyarı inkâr etmek, O’nu tanımaktan ibarettir; zira halktan kesilen, Hakk’a erişir.
Keramet Ölçüsü
Keramet ve istikamet ölçüsünü şöyle anlatırdı: “Nefsiyle nefsini terbiye için mücahede eden keramete ulaşır; nefsiyle Allah Te‘âlâ için mücâhede eden, istikamete erişerek Hakk’a vâsıl olur.”
Şeref Sahibi Olmak İçin Yapılması Gerekenler
Şeref sahibi, onurlu kimsenin şu dört şeyi yapmaması yakışık almazdı:
- Bulunduğu meclise babası gelince ayağa kalkmak.
- Misafirlere hizmet etmek.
- Yüz tane hizmetçisi olsa, bineğine yardım istemeden binmek.
- İlim öğrendiği hocasına hizmette kusur göstermemek.
İyiliğin Kemâli
Ona göre iyilik üç şeyle kemâle ererdi:
- Yaptığın iyiliği küçük görmekle,
- Yaptığın iyiliği gizlemekle,
- İyi ve hayırlı işte acele etmekle.
Güzel Öğütleri
Sultan ve devlet idarecilerinin kapısında dünyevî menfaat için, yaltaklanmayan ulemâ ve fukahâyı peygamber vekili sayardı. Ona göre akıl kadar ihtiyaç duyulan bir sermaye yoktu. Câhillikten beter bir musibet olamazdı. İstişareden faydalı bir yardımcı bulunmazdı. Hasmın akıllı oluşunu bahtiyarlık sayar, beş kimsenin sohbetinden sakınmayı öğütlerdi.
- Yalancının sohbetinden; çünkü daima aldanırsın,
- Ahmağın dostluğundan; çünkü sana faydalı olmak istediği zaman bile zarar verir.
- Cimrinin arkadaşlığından; zira en kıymetli sermayen olan vaktini boşa harcar.
- Kötü kalplinin yakınlığından; çünkü ihtiyaç anında bile sana sahip çıkmaz.
- Fasığın ahbaplığından, çünkü önemsiz lokmaya tama edip seni bir lokmaya satar.
Oğluna Vasiyyeti
Mevlânâ Câ’fer ibnü Muhammed es-Sâdık (Radıyallâhü Anhümâ)nın oğlu Mûsâ Kâzım (Radıyallâhu Anh)a yaptığı şu vasiyet de çok ibretli ve anlamlıdır:
“Oğlum, vasiyyetimi iyi dinle, söylediklerime dikkat et! Eğer söylediklerime dikkat edecek olursan, mutlu yaşar, hamd ile ölürsün. Oğlum, Allah Te‘âlâ, kendisinin taksimine kanaat getireni başkalarına muhtaç bırakmaz. Başkasının elindekine göz diken ise fakir olarak ölür. Taksim-i ilâhiyyeye râzı olmayan, Allah Te‘âlâ’ya hükmü konusunda töhmet etmiş olur.
Kendi günahını küçük gören, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkasının günahını küçük görenin gözünde kendi günahı büyük görünür.
Başkalarına isyanla kılıç çeken kılıçla öldürülür. Başkasının kuyusunu kazan kazdığı kuyuya düşer. Beyinsiz adî insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve hakarete uğrar. Âlimlerle düşüp kalkan saygı görür. Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar.
Lehinde de olsa aleyhinde de olsa, dâima hakkı söyle. Koğuculuk yapmaktan sakın; çünkü koğuculuk, insanların kalplerine kin ve intikam tohumları eker.”