Asıl adı: “Muhammed”’dir. Lakabı: “Celâleddîn” olup, Konya’yı teşrif etmelerinden dolayı “Rûmî” diye anılmıştır. Kendisi ayrıca, “Hüdâvendigâr”, “Mevlânâ”, “Sultân-ül-âşıkîn”, “Mollâ-yı Rûm” gibi lakablarıyla zikredilmiş, “Molla Hünkâr” olarak da anılmıştır. Soyundan gelenlere “Çelebî” denmektedir. Mevlânâ; “Efendimiz” demektir.
Allâh-u Te‘âlâ’nın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan, Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû), ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Ya’nî dans etmedi. Kırk yedi bin’den ziyâde beyti ile dünyâya nûr saçan “Mesnevî”sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî’nin kitabı olup, bunu da, birçok kimse, ayrıca şerh etmiştir.
Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû), yüksek sesle zikir bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî’sinde;
Pes zi can kün, vasl-ı cânânrâ taleb
Bîleb ü bîgam mîgû, nâm-ı Rab.
Yâni; “O hâlde sevgiliye kavuşmayı candan ve gönülden dile. Dudağını ve damağını kıpırdatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle.” demektedir.
Namazda tam bir istiğrak ve huşu ile niyaz üzere bulunur ve tamamen Hakk’ın sıfatları ile bulunmayı elde ederlerdi. “Namaz, Allâh-u Te‘âlâ’ya kavuşmadır. Fakat bu kavuşmanın ne şekilde olduğunu zahir ehli bilmez” buyurmuşlardır. Bu yüzden; “Mihrabı, dost cemâli olan kimse için yüz çeşit namaz, rükû ve sücûd vardır.” demişlerdir.
Verâ ve takvası o derece idi ki lisâne gelmezdi.’Takvâ, nefse ait zevkleri terk etmektir” diye buyurmuşlardır.
Hızır Haklıdır
Şemseddîn-i Attâr anlatır: “Mevlânâ Celleddîn-i Rûmî hazretleri bir gün camide vaaz ederken, konu; Hızır ile Mûsâ (Aleyhisselâm)’ın hikâyesine gelmiş idi. Bu kıssayı, öyle fesahat ve belagat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu: “Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin” diyordu.
Bunun Hızır (Aleyhisselâm) olduğunu anladım. Yanına sokuldum: “Anladım, sen Hızır’sın, ne olur bana ihsan eyle” dedim. Cevâb olarak; “Burada Hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsanda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşküllerini o hâlleder” deyip, gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, daha söze başlamadan, o; “Ey Attâr! Hızır (Aleyhisselâm)’ın sözleri doğrudur” diyerek benim sözümü kesti.