“Âgâh olun; şüphesiz Allâh’ın velileri ki, (insanlar korkuya kapıldığı zaman) onlar üzerine(, istenmedik) hiçbir (şeyle karşılaşma) korku(su) yoktur! Ve (insanlar umduklarını bulamadıkları için üzüldüklerinde) ancak onlar mahzun olmayacaklardır!”[1]
Büyük Şeyh Efendi Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh Hazretleri’nin halifesi olan Mevlânâ Halîl Nûrullâh Hazretleri, memleketi olan Bulgaristan’ın Zağra şehrine nisbetle; Zeğravî nisbesiyle anılmıştır.
Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri, Büyük Şeyh Efendi Hazretleri’ne intisâbından kısa bir süre sonra kemâle erdi. Keşfi açıldı ve kendisine, kabir ehlinin hallerine vâkıf olabileceği bir ilim ve mânevî hâl ihsân edildi.
Diriler, Kabirdekilerin Hâlinden Haberdar Olabilirler
Bir kabrin başına gelip durarak teveccüh ettiğinde kabrin dolu olup olmadığını anlar, boş olduğunu fark ettiğinde de ilgililere haber verirdi. Akşemseddîn Hazretleri’nin İstanbul’un fethini müteakip büyük sahâbî, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mihmandârı Ebû Eyyûb Hâlid ibnü Zeyd el-Ensârî (Radıyallâhu Anh)ın kabrinin yerini tespit etmesi de bu kabildendir.
Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), bir cenazenin defninden sonra şöyle buyurmuştur: “Kardeşinizin bağışlanmasını isteyiniz ve Allah’tan ona başarılar dileyiniz. Çünkü o şu anda sorgulanmaktadır.”[2]
Konuyla ilgili bir başka hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kabirde azab gören birinin ahvâlinden haberdar olduğu ve Ashâbını sakındırdığı vârid olmuştur.
Abdullah ibnü Abbas (Radıyallâhu Anhumâ) şöyle demiştir: “Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Medine’deki (veya Mekke’deki) bahçelerden birine uğradı. Kabirlerinde azab gören iki insanın sesini duydu. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ‘İkisi azab görüyorlar. (Kendilerince) büyük bir günah sebebiyle azap görmüyorlar. Oysaki bu büyük bir günahtır. Birisi idrarından sakınmazdı, diğeri ise insanlar arasında laf getirip götürürdü (koğuculuk yapardı).’
Sonra bir dal istedi. Dalı ikiye ayırarak her birinin kabrinin başına bir parçasını koydu. Ona: “Ey Allâh’ın Rasûlü, bunu niçin yaptın?” diye soruldu. Bunun üzerine: ‘Umulur ki bu dallar kurumadıkça onların azabı hafifletilir.’ buyurdu. “[3]
Nakletmiş olduğumuz hadîs-i şerîfler, kabre konulan mevtaların rûhunun, kabirde bulunan bedenleriyle ve yeryüzünde bulunan insanlarla olan irtibatlarının sürdüğüne delâlet etmektedir. Kabir azabının rûh ve bedene yönelik gerçekleşeceği hakikati de bu bağlantının bir başka delilidir. Dolayısıyla, dünyadakilerin, berzâh âleminde bulunan vefât etmiş kimselerin hâllerinden haberdar olabilmeleri, aklen mümkün olduğu gibi, naklen de sabit bir iştir.
Menâkıb kitaplarımızda bu konuya dair pek çok menkıbe anlatılır. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri vefât edip de defni gerçekleştikten sonra, zamanın büyüklerinden olan Abdulkuddüs (Kuddise Sirruhû)nun kabre teveccüh ettiği ve Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin kabrinin, hadîs-i şerîfte de buyrulduğu gibi cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüştüğü yönünde bir müşahede kaydedilmiştir.
Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh)ın kabir suali için gelen meleklerle arasında geçen mükâleme de bu konuda nakledilen örneklerdendir.
Hakkındaki Şikâyetler ve Büyük Şeyh Efendi Hazretleri’nin Mektubu
Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri’nin, anlatılmış olan hâl üzere, ziyâret edilen bazı yatır görünümündeki yerlerin boş olduğunu haber vermesi, ilgili yerlerden çıkar elde edenlerin menfaatine dokununca, hakkında birtakım şikâyetler söz konusu oldu. Öyle ki, ahâlinin itikâdını bozmakla itham ediliyordu.
Şikâyetler, Büyük Şeyh Efendi Hazretleri’ne ulaşınca, kendisine bir mektub yazarak şöyle buyurdu:
“Ey Halîl! Bundan sonra değil keşfini haber vermek, gördüğün rüyayı bile anlatmak yok!”
Edeb timsali olan ve şeyhine büyük bir teslimiyetle bağlı olan Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî (Kuddise Sirruhû), şeyhinin bu emrine riâyet etti ve hâllerini içinde yaşamaya başlayarak izhâr etmekten geri durdu. Sonunda büyük bir kemalât elde etti ve feyzden âdeta dolup taştı. Bu hâli vesilesiyle Büyük Şeyh Efendi Hazretleri, ona “Nûrullâh” unvanını verdi.
Müttakî, Müstakîm, Âbid ve Zâhid Bir Âlim
Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri müttakî ve zâhid bir zât idi. Allah Te‘âlâ’dan hakkıyla ancak âlimlerin korkacağını beyân eden âyet-i kerîmenin sırrının tecelli ettiği velîlerden biriydi:
“İşte insanlardan, (yeryüzünde) hareket edebilen canlılardan ve davarlardan da böylece renkleri/türleri/ değişik olanlar vardır! Kulları içinden ancak âlimler Allâh’tan korkar! (Zira korkmanın şartı; korkulanın kendisini, vasıflarını ve işlerini bilmektir. Dolayısıyla Allâh-u Te`âlâ’dan en çok sakınanlar, elbette ki O’nun Zât’ı, sıfatları ve fiilleri hakkında en çok ilme sahip olanlardır.) Şüphesiz ki Allâh (Kendisine karşı gelmekte ısrarcı olanları cezalandırma gücüne sahip bir) Azîz’dir; (isyandan tevbe edenlerin günahlarını çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur.”[4]
Devrinin irşâd kutbu olan Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri, günün temel insanî ihtiyaçlar ve irşâd hizmeti dışında kalan kısmının tamamını ibâdet, zikir ve Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle geçirirdi. Her gün yetmiş bin kelime-i tevhidle meşgul olur ve yedi cüz Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Bu hâl, normal şartlarda mümkün olabilen bir hâl olmadığından, Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri’nin hâlinin bast-ı zaman kerâmetinin bir izhârı olduğunu anlıyoruz.
Evliyâullâh’ın Karşısında Kalbi Muhâfaza Etmenin Ehemmiyeti
Hazreti Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Allah Te‘âlâ’nın dostlarının kalblere teveccüh yoluyla nüfûzundan yola çıkarak onları: “Cevâsiü’l-Kulûb” (Kalb Casusları) olarak nitelendirmiştir. Bu nitelik, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Mü’minin ferasetinden sakının! Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.”[5] hadîs-i şerifinde de beyân edilen niteliktir.
Mevlânâ Muhammed Behâuddîn-i Şâh-ı Nakşibend Hazretleriyle ilgili, konumuza ışık tutan şöyle bir menkıbe anlatılır:
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri hac farizasını îfâ niyetiyle Hicazdayken Kâbe-i Muazzama’yı tavaf sırasında, aksakallı bir ihtiyarın, Kâbe-i Muazzama’nın örtüsüne sarılarak ağladığını ve örtüyü gözyaşlarıyla ıslattığını görür. İmrenilecek bir hâlde olan ihtiyarın kalbine teveccüh eder ve ihtiyarın kalbinin tamamen dünyalık şeylerle meşgul olduğunu fark eder.
Bir başka vesileyle Minâ pazarında genç bir tüccara rastlar. Genç tüccar yoğun bir alış-verişin içerisinde, görünüşte tamamen dünyaya dalmış bir hâldedir. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, gencin kalbine teveccüh eder ve kalbinin hep Allâh-u Te‘âlâ’yı zikretmekle meşgul bir hâlde olduğunu görür.
Benzer bir menkıbe Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleriyle ilgili de anlatılmıştır. Bir gün ziyaretine gelenler olur. Ziyaret esnasında murakabe hâlinde bulunduğundan ziyaretçilerde bir hoşnutsuzluk hâsıl olur. İçlerinden biri şöyle sitemkâr bir düşünce içerisine girer: “Uyuyor, yüzümüze bakmıyor…” Duruma vâkıf olan Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri dönerek: “Evlat! Bu yol, gevezelik yolu değildir. Sana verilen vazifeyi yap, gerisine karışma!” buyurur.
Evliyâullâh’ın farklı hâlleri vardır. Murakabe ve istiğrâk gibi hâllerde bulunan velîlere dışarıdan bakanlar, etraflarında olan biten şeylerden haberdar olmadıklarını zannederler; lâkin kalbi huzur üzere olan o kullar, Allah Te‘âlâ’nın ikrâmı olan keşif ve ilhâm vasıtasıyla çevrelerinde olup bitenlerden haberdar olabilirler. Bu sebeple, Evliyâullâh’ın huzurunda bulunan kimselerin, kalblerini muhâfaza etmeleri elzemdir. Halk arasında epeyce yaygın olan: “Âlimin yanında diline, velînin yanında kalbine sahip ol!” şeklindeki söz bu gerçeğe işaretle söylenmiş ve tecrübe edilerek yaygınlaşmış olan bir sözdür.
Büyük Şeyh Efendi’nin Vefâtından Sonra İrşâd Hizmetlerini Yürüttü
Büyük Şeyh Efendi Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh Hazretleri’nin 1872 senesindeki vefâtının ardından tekkenin postnişini olarak irşâd vazifesini Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri sürdürdü. 21 sene süren irşâd vazifesinin ardından 13 Cemâziyelâhir 1311 (M.22 Aralık 1893) tarihinde vefât etti ve Büyük Şeyh Efendi Hazretleri’nin hemen yanı başına defnedildi.
Hafî Olan Mânevî Hâli Hayatına da Yansıdı
Mevlânâ Halîl Nûrullâh ez-Zeğravî Hazretleri, Büyük Şeyh Efendi Hazretleri’nin emri doğrultusunda hâlini gizlemişti. Onun bu hâli, hayatına da yansıdı. İstanbul’un merkezinde, göz önünde bulunan ve devlet erkânının da hürmet ettiği bir tekkede irşâd vazifesini îfâ etmiş olmasına rağmen hakkında pek az malûmata ancak ulaşılabilmektedir. Mevlâ Te‘âlâ sırlarını âlî eylesin. Âmîn.
Dipnotlar
[1] Yûnus Sûresi:62
[2] Ebû Dâvûd, Cenâiz:69
[3] Buhârî, Vudû:55; İbnü Mâce, Tahâret:26
[4] Fâtır Sûresi:28
[5] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an:16