Mevlânâ Muhammed el-Bâkî (Kuddise Sirruh)
Muhabbet yolunun canbahş hıdıri,
Dâimî Hacemiz Muhammed Bâkî…[1]
Tarikat-ı Nakşibendiyye Silsile-i Aliyyesi’nin yirmi üçüncü altın halkası Mevlânâ Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhû) hazretleridir. Lakabı Müeyyidüddîn olan Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhû) Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sır, ilimleri ve marifetleri cem eden bir veliydi. Zahir nisbeti Mevlânâ Hâcegî Muhammed Emkenegî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine olup üveysî nisbet[2] ile Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhû) ve Mevlânâ Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) hazretlerinden feyizyâb idi.[3]
İmam Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şeyhi Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini şöyle vasıflamaktadır: “Yüksek şeyhlerin makamına kaim olan, Nakşibendiyye büyüklerinin mekânına niyabet eden, sonların nihayetine, velâyet derecelerinin zirvesine ulaşan, mahlûkâtın medet kutbu, hakikat sırlarının kâşifi, zâtî muhabbette kemâle erişen, velâyet-i Muhammediyye’nin kemâlâtını cem eden, irşat ve hidayet ehlinin dayanağı, sonu başa girdirme yolunun[4] mürşidi, ariflerin özü, muhakkık ulemanın önderi, şeyhimiz, mesnedimiz, Mevlânâ Muhammed Bâkî… Allah (Celle Celâluhû) onu bâkî eylesin…”[5]
Doğumu ve Yetişmesi
Mevlânâ Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhû) 971 (m. 1563-64) yılında Kâbil’de[6] dünyaya geldi. Babasının adı Abdüsselâm Kâdî Halâcî olup abid bir zattı. Annesi de Mevlânâ Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin soyundan saliha bir hanımdı. Bu hanım, hizmetçiler bulunmasına rağmen dervişlerin hizmetini bizzat kendisi üstlenirdi. Birgün Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) ona, artık yorulduğunu ve istirahat etmesi gerektiğini söylediğinde, ağlayarak şu cevabı verdi: “Acaba ben nasıl bir günah işledim ki Allah (Celle Celâluhû) beni taliplerine ve has kullarına hizmet etmekten engelleyecek.”[7]
Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) zahirî ilmini Semerkand’da dönemin büyük ulemasından olan Mevlânâ Sâdık el-Hulvânî’den tahsil etti.[8] Henüz çocukken kendisinden harikulâde fiiller zuhûr ederdi. Bazen bütün gün boyunca bir odada yalnız başına oturur, kafasını önüne eğerek derin tefekkürlere dalardı.
Genç yaşında hocasıyla birlikte Mâverâünnehir’e[9] yaptığı seyahatinde dervişliğin tadını aldı. Bu seyahati onun mana âlemindeki büyük tekâmülünün bir kıvılcımı oldu. Bir müddet Mevlânâ Lütfullah’ın (Kuddise Sirruhû) halifesi Hâce Ubeydullah’ın (Kuddise Sirruhû) sohbetinde bulundu. Sonra İftihâr Şeyh Yesevî (Kuddise Sirruhû) ve Emîr Abdullah Belhî’nin (Kuddise Sirruhû) huzurlarına gitti. Bu seyahatleriyle maksadına nail olamayan Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri, manada Şâh-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhû) hazretleri ile görüştü ve ondan telkin aldı. Dervişlerden birisi Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Büyüklerin kitaplarını mütalaa ederken o zatlar bana göründüler ve beni benden aldılar. Şâh-ı Nakşibend’in (Kuddise Sirruhû) mübarek ruhaniyeti bana zikir telkin edip, cezbe ile lütuflarda bulundu, himmetini tamamen sundu.” Daha sonra Hâce Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin ruhaniyetiyle mülakâtında manevî futûhât hâsıl oldu. Devamlı Tarikat-ı Aliyye’nin fikri ile meşgul olan Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri sonrasında Keşmir’e gitti ve Şeyh Baba Vâlî’nin (Kuddise Sirruhû) huzuruna vardı. En sonunda ise Cenâb-ı Bârî onun yolunu Hâcegân menziliyle kesiştirdi.
Muhammed Hâşim Kişmî‘nin[10] (Kuddise Sirruhû) beyanına göre bir derviş şöyle demiştir: “Hâce Bâkibillâh (Kuddise Sirruhû) bu yolu, yolcularını ve cezbe sahibi olanları o kadar çok istiyor ve gayretle arıyordu ki bundan daha fazlasına insan gücü yetmezdi. Bir gün Lâhor’un güçlükle yürünebilecek olan çamurlu sokaklarında kendisine uymak istedim. Birkaç sokak sonra yorgunluktan dolayı aciz kaldım. Vaziyeti anlayıp beni geri çevirdi. Anladım ki başka bir ayak kuvveti (manevi kuvvet) ile yürüyordu.”[11]
“İçirdi Hâcegî, Bâkî’ye tesnîm”[12]
[Mevlânâ Hacegî Emkenegî (Kuddise Sirruhû), Mevlânâ Muhammed Bâkîbillâh’a (Kuddise Sirruhû) tesnîm içirdi.][13]
Mevlânâ Hâcegî Muhammed Emkenegî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine İntisâbı
Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri, Mevlânâ Hâcegî Muhammed Emkenegî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine kavuştu ve ondan inabe aldı. Onun dergâhından ayrılmak istemeyen Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) şeyhinden çok istifade etti, nurlu nazarlarına ve himmetlerine kavuştu. Şeyhiyle birlikte bir zaman halvette bulundu. Çok kısa zamanda yüksek makamlar elde eden Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri Mevlânâ Hacegî Emkenegî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin en büyük halifesi oldu. Şeyhi ona şöyle buyurdu: “Sizin işiniz Allah Teâlâ’nın inayeti ve büyüklerin himmeti ile nihayete ulaştı. Bundan sonra tekrar Hindistan’a gitmelisiniz. Zira orada bu yolu çok kuvvetlendireceksiniz. Bereketli sohbetlerinizden çok kabiliyetli talebeler yetişip, çok yüksek derecelere erişecekler.”[14]
Bu emirden sonra Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) tekrar Hindistan’a döndü. Hindistan’a gelince bir yıl kadar Lâhor[15] şehrinde kaldı. Burada insanlar ondan çok istifade ettiler. Sonrasında da Delhi’ye gitti.
Mevlânâ Muhammed Bâkibillah (Kuddise Sirruhû) güzel ahlak ve tevazu sahibi bir zattı.[16] Çok az yemek yer, oldukça az konuşurdu. Geceleri hatim yapar, şafak vaktinden önce Yâsîn-i Şerîf okur ve şöyle yalvarırdı: “Rabbim! Geceler ne kadar da çabuk geçiyor!”[17] Devamlı hallerini gizler, şöhreti sevmez, isminin duyulmasını istemez, avâm-ı nâs arasında bulunmayı tercih ederdi. Her zaman tam bir tevazu üzere olup, insanları hiç hakir görmez, hep kendisini kusurlu bulurdu. Gördüğü münkeri daima yumuşak bir dille düzeltir, kalp kırmamaya çok dikkat ederdi. Ulemaya oldukça hürmet eder, amelî konularda takva sahibi olan fukahaya başvururdu.[18]
Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) irşat makamında üç yıl kalmasına rağmen bu yüce yolun Hindistan’da revaç bulmasını sağlamış, başta ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) olmak üzere binlerce veli yetiştirmiş, icazet vermiştir.[19] Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine şunları söylemiştir: “Serhend’e gittiğimde bana vakıada zamanının kutbu olacağı söylenen bir zat gösterildi. Seni gördüğümde o kişinin sen olduğunu anladım.”[20] İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) el-Mebde’ ve’l-Me’âd[21] isimli risalesinde şöyle anlatır: “Dervişin (kendisi) kalbinde bu tarikata bir muhabbet hâsıl oldu. Sonra ilâhî yardım onu Hâcegân (Kaddesallâhu Esrârahum) halifelerinden birisine ulaştırdı. Ondan bu büyüklerin tarikatını aldı ve onun sohbetine devam etti. Onun teveccühü bereketiyle kayyûmiyyet sıfatında istihlâk cihetinden meydana gelen Hâcegân (Kaddesallâhu Esrârahum) cezbesi hâsıl oldu…[22]
Kerametleri
Mevlânâ Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhû) hazretlerinden birçok harikulâde hal zuhur etmiştir. Ramazan ayında bir gece İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleri hizmetçilerinden birisiyle Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine süzme yoğurt göndermişti. Getiren kimse cahil olduğu için yoğurdu hizmetçilerine değil de doğruca istirahat halinde bulunan Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine götürdü ve kapıyı çaldı. Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) başkasını uyandırmayıp kapıyı kendisi açtı. Daha sonra yoğurt kabını alarak: “İsmin nedir? Nereden geliyorsun?” buyurdu. O da: “Şeyh Ahmed’in hizmetçisiyim” dedi. Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû): “Mademki Şeyh Ahmed’in hizmetçisisin, bizimle berabersin” buyurdu. Bu kadarcık bir görüşmeden hizmetçide bir nisbet hali hâsıl olup, feryat ederek kendisini İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin huzuruna attı. İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû): “Halin nedir? Sana ne oldu?” deyince mest olmuş bir vaziyette şöyle cevap verdi: “Her yerde, taşlarda, ağaçlarda, yerde, gökte, anlatılamayan, vasfedilemeyen bir nur görüyorum, bu anlatılamayacak bir şey” dedi. Bunun üzerine İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurdu: “Muhakkak o mübarekler, bu bîçarenin karşısında durup, huzurlarındaki bu zerre üzerine güneşten bir şu’a aksettirmiş.”[23]
Menkûldür ki, Delhi’de velî olmak için her şeyi göze alan, her şeye başvuran bir adam vardı. Bu şahıs senelerce dolaşmasına rağmen maksadına ulaşamadı. Bir gün Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin kemâlâtını duydu ve yanına gitti. Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) at üzerinde giderken önüne geçti ve dizginleri tutarak büyük bir yalvarma ile durumunu arz etti. Kalbindeki şefkat duyguları harekete geçen Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) attan aşağıya inerek o şahsın boynuna sarılarak sıktı ve “peki, şimdi bir fethe müteveccih olunuz!” dedi. O şahıs derhâl kalp gözünün açıldığını ve kendisine manevî bir kuvvet geldiğini müşahede etti.[24]
Rivayet edildiğine göre Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin küçük oğlu bir gün elinde aynayla babasının yanına geldi. Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû), “aynada kendine bak!” buyurdu. O da bu emre imtisal ederek aynaya baktığında Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin aksakallı bir şekildeki yüzünü gördü. Hâlbuki Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin sakalları siyahtı. Bunun üzerine Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurdu: “Oğlum! Şaşırmana gerek yok. Bu Mevlâ’dan gelen bir nurdur.”[25]
Oğulları ve Halifeleri
Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Ubeydullah ve Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı. Hâce Ubeydullah (Kuddise Sirruhû), ismini Mevlânâ Ubeydullah Ahrâr (Kuddise Sirruhû) hazretlerinden almıştır. Zira Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin müritlerinden bir şahıs rüyasında şeyhinin evinde bir çocuğun dünyaya geleceğini, isminin Ubeydullah konulması gerektiğini gördü. Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri de bu olay üzerine bu ismi vermiştir. Hâce Abdullah (Kuddise Sirruhû) ise sûrette ve sîrette babasına çok benzerdi. Zahirî ilimlerde de çok iyi olan Hâce Abdullah (Kuddise Sirruhû) Şerhu’l-Mevâkıf[26] gibi bazı kelâm kitaplarını ve tasavvuf risalelerini İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinden okudu. İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin onun hakkında övgü dolu sözleri vardır.
Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) dışında Şeyh Tâceddîn Hindî (Kuddise Sirruhû) ve Hâce Hüsâmeddîn Ahmed (Kuddise Sirruhû) isminde iki büyük halifesi daha vardı. İlk halifesi olan Tâceddîn Hindî Osmânî (Kuddise Sirruhû) Nakşibendiyye’nin en önemli eserlerinden olan Reşahât ve Nefahât’ı Arapça’ya çeviren zattır. Bir gün Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri ona şöyle buyurdu: “Ey Tâceddîn! Vâridât, feyizler, nurlar, haller ve sırlar üzerime o kadar yağdırılıyor ki, bu nehir mürekkep olsa onları yazamadan biter. Ama benim için bunlardan ne çıkar. Benim aradığım görülemez, tam manasıyla bilinemez. İstek anlatılamaz, istenen vasfedilemez.”[27] Hâce Hüsâmeddîn Ahmed (Kuddise Sirruhû) şeyhinin vefatından sonra onun oğullarıyla ilgilenmiştir. İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin oğullarına gönderdiği bir mektubunda ona olan şükranını şöyle dile getirmiştir: “Allah Sübhânehû kendisinden razı olsun ki, Hâce Hüsâmeddîn Ahmed yüce eşiğin hizmetçilerine hizmet etme görevini ciddiyetle üstlendi ve bizim gibi nakısları sorumluluktan kurtardı.”[28]
Eserleri
Mevlânâ Muhammed Bâkîbillah (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin başlıca eserleri şunlardır:
- Külliyyât-ı Hâce Bâkîbillâh (Delhi, 1095),
- Melfûzât (Delhi, 1058),
- Mektûbât (Delhi, 1132),
- Mektûbât-ı Şerîfe (Lahor, 1923). Bu eser Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Farsça yazdığı mektupların Urduca tercümesidir.
- ‘İrfâniyyât-ı Bâkî (nşr. Seyyid Nizâmüddîn Ahmed Kâzimî, Delhi 1390). İlk mesnevisini, kırk altı rubâîsini ve Silsilenâme ve Sâkînâme isimli manzumelerini içerir.
- Mesnevî-yi Hâce Bâkîbillâh. Yazması 14 varak olup her varak 15 satırdır.[29] Bu eserinde ‘İrfâniyyât-ı Bâkî dışında kalan mesnevîleri bulunur.
- Risâle-yi Şerîfe (Delhi, 1333),
- Meşâyıh-ı Turuk-i Erba’a (nşr. Ğulâm Mustafa Hân, Karaçi 1389),
- Rubâ’iyyât,[30] İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin bu esere bir şerh çalışması vardır.[31] Yazması 14 varak olup her varak 15 satırdır.[32]
Mevlânâ Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhû) hazretleri 1012 (m. 1603) senesinde ruhunu teslim etmiştir.[33]
Dipnotlar
[1] Muhammed Fadlullah el-Fârûkî, Umdetü’l-Makâmât, çev. Süleyman Kuku, Damra Yayınları, s. 81.
[2] Üveysî nisbet, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’i görmemesine rağmen ondan manevî rüşdünü tamamlayan Üveys el-Karanî (Rahimehullâh) hazretlerinin isminden hareketle bir tasavvuf ıstılahı olarak kabul edilmiş olup, bir kimsenin zahiren görmediği bir velîden manen terbiye alması demektir.
[3] Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliyâ, İstanbul 1318, s. 92.
[4] Nihayeti (sonu) bidayete (başa) girdirme yolu Hâcegân (Kaddesallâhu Esrârahum) hazerâtının yoludur. İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Mektûbât’ın birçok yerinde değindiği bu asıl (İndirâcü’n-nihâye fi’l-bidâye), Şâh-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin sözünden iktibas edilmiştir. Bkz. İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, I/78 (66. Mektub).
[5] el-Hânî, Abdülmecîd b. Muhammed, el-Hadâiku’l-Verdiyye, thk. Muhammed Hâlid el-Harse, Dâru’l-Beyrûtî, 1. Baskı, Dimaşk 1997, s. 531.
[6] Kâbil, bugün Afganistan’da Kâbil Vilayeti’nin yönetim merkezi olup ülkenin en büyük şehri ve başkentidir.
[7] el-Kâzânî, Muhammed Murâd b. Abdulah, Nefâisü’s-Sânihât Zeylü Kitâbi Reşehât ‘Aynü’l-Hayât, Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, Beyrut 2008, s. 457.
[8] el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1. Baskı, s. 53.
[9] “Nehrin ötesinde bulunan yer” anlamına gelen Mâverâünnehir, İslam tarihçileri ve coğrafyacıları tarafından Ceyhun nehrinin kuzey ve doğusunda kalan bölgeye verilen isimdir. Modern dönemde Mâverâünnehir, Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında kalan yaklaşık 660.000 km²’lik coğrafî bölgeyi ifade etmek için kullanılmaktadır. Bkz. Osman Gazi Özgüdenli, “Mâverâünnehir”, DİA, XXVIII/177
[10] Mezkûr zat, İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin ileri gelen halifelerinden olup, İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hakkında kaleme alınmış olan Berekât (Zübdetü’l-Makâmât) isimli eserin sahibidir.
[11] – el-Kişmî, Muhammed Hâşim, Zübdetü’l-Makâmât, trc. Süleyman Kuku, Berekât Yay., İstanbul 2015, s. 15, 17.
[12] Mustafa İsmet Garibullah, Risâle-i Kudsiyye, trc. Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Yay., İstanbul 1995, II/586.
[13] “Onun karışımı Tesnîm’dendir. (O Tesnîm, Allah’a) Yakın olanların içecekleri bir kaynaktır.” (el-Mutaffifîn, 83/27) ayet-i kerîmesinden iktibas edilen tesnîm, muhabbet-i zâtiyye mertebesinin en yükseğidir. Bu mertebeye ancak fenâ fillâh ve bekâ billâh makamlarına ulaşanlar erişebilir. Bkz. el-Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyân, Dâru’l-Fikr, Beyrut, X/372.
[14] el-Fârûkî, Umdetü’l-Makâmât, s. 82.
[15] Lâhor günümüzde Pakistan sınırları içerisindedir.
[16] el-Muhibbî, Muhammed Emin, Hulâsatü’l-Eser, s. 288; Ferîdüddîn Attâr, Tezkiratü’l-Evliyâ, haz. M.Z.K., Seha Neşriyat, Ankara, s. 295.
[17] Necip Fazıl, Başbuğ Velîlerden, Büyük Doğu Yay., 11. Baskı, İstanbul 2009, s. 295-296.
[18] en-Nedvî, Ebu’l-Hasen, el-İmâmü’s-Serhendî, Dâru’l-Kalem, 2. Baskı, 1994, s. 126.
[19] el-Hasenî, Abdulhayy b. Fahruddîn, Nüzhetü’l-Havâtır ve Behcetü’l-Mesâmi’ ve’n-Nevâzır, Dâru İbn Hazm, 1. Baskı, Beyrut 1999, s. 480; Muhammed Ahmed Dernika, et-Tarîkatü’n-Nakşibendiyye ve A’lâmuhâ, s. 65.
[20] en-Nebhânî, Yusuf b. İsmail, Câmi’u Kerâmâti’l-Evliyâ, Merkez-i Ehl-i Sünnet Berakâti Rızâ, Porbandar 2001, s. 555.
[21] Aslı Farsça olan bu eserin Arapça’sı Mektûbât’ın ikinci cildinin kenarında ve arkasında basılmıştır.
[22] İmam-ı Rabbânî, el-Mebde’ ve’l-Me’âd, thk. Asım İbrahim el-Hüseynî, Dâru’l-Kütübi’l-İmiyye, 1. Baskı, Beyrut 2007, s. 9.
[23] el-Fârûkî, Umdetü’l-Makâmât, s. 85.
[24] el-Kişmî, Zübdetü’l-Makâmât, s. 31
[25] Hocazâde, Hadîkatü’l-Evliyâ, s. 92, 93.
[26] Adudüddîn el-Îcî’nin el-Mevâkıf isimli eserine Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin yazmış olduğu şerhtir. el-Mevâkıf şerhlerinin en meşhuru olma özelliğine sahiptir. Hacı Halîfe, Keşfü’z-Zunûn, II/1893
[27] el-Kişmî, Zübdetü’l-Makâmât, s. 37, 55, 59.
[28] İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, I/260 (266. Mektub).
[29] Mektebe Âzâd, No: 191.
[30] Hamid Algar, “Bâkî-Billâh”, DİA, IV/542-543; en-Nedvî, el-İmâmü’s-Serhendî, s. 129.
[31] el-Kevserî, İrğâmü’l-Merîd, s. 55; Kehhâle, Ömer b. Rızâ, Mu’cemü’l-Müellifîn, Dâru İhyâu’t-Turâsi’l-’Arabî, Beyrut, I/259; İsmail Paşa, Îzâhu’l-Meknûn zeylü Keşfü’z-Zunûn, Dâru’l-Kütübi’l-’İlmiyye, Beyrut 1413, III/23.
[32] Mektebe ‘Âliye Çeştiyye, No: 107.
[33] Vefatıyla alakalı 1013 ve 1014 şeklinde zabıtlar da vardır.