İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ihlâs makamının, dünyalığa meyilden müstağni kılan yönünün yanı sıra; peygamberlerin, büyük velilerin dünya ihtiyaçlarını görmelerini, beşerî özelliklerinden gelen hâllerinin konuyla ilgili yönünü 3. cildin 29. mektubunda, şöyle izah eder:
“Kulun, Azîz ve Celîl olan Mevlâsından ve Mevlâsının muradından başka herhangi bir muradı ve matlubunun bulunması kula asla yakışmaz. Kul böyle olmazsa, boynunu kulluk yularından, ayağını kölelik bukağısından çıkarmıştır. Kul nefsinin istediği şeylerin esaretinde bulunduğu, heva ve hevesiyle aldandığı müddetçe kendi nefsinin kuludur. Allah Te‘âlâ’nın rahmetinden kovulmuş olan şeytanın itaatindedir. Bu, Allah Te‘âlâ’dan ve Allah Te‘âlâ’nın muradından başka muradının kalmaması devletinin meydana gelmesi, tam fenâ ve ekmel bekâya bağlı olan hususi veliliğin elde edilmesine bağlanmıştır.
Şöyle bir soru sorulsa: Kâmil insanlarda da bazı istekler, dünyevî ihtiyaçlar görülebiliyor. Değişik birtakım matlupların temennileri hissedilebiliyor. (Mesela) Peygamberlerin imamı, velilerin Sultanı (ona ve diğer peygamberlere salâtların en tamamı ve selâmların en kâmili olsun) serin suyu ve tatlıyı severdi. Ayrıca ümmetinin hidayeti hususundaki hırsı da Kur’ân-ı Kerîm’de açıklanmıştır. Bu gibi arzu ve isteklerin bu büyüklerde bulunmasının sebebi nedir?
Şöyle cevap verilir: Bazı arzu ve isteklerin kaynağı kişinin tabiatıdır. Bu tabiat canlılığı kişide bulunduğu müddetçe bunlar da var olacaktır. Çünkü tabiat hararet anında istek dışı olarak serinliğe meyillidir. Soğukluk anında da mecburen sıcaklığa meyillidir. Böyle bir ihtiyaç arzusu kulluğa zarar vermez. Bu nefsinin heva ve hevesi ile alakalı değildir. Çünkü tabiatın zaruri ihtiyaçları teklif dairesinin dışındadır; onlar nefs-i emmarenin hevasından değildir. Çünkü nefsin meyli ya fazla mubaha veya şüpheliye veya harama olur. Zaruri ihtiyaçlarda ise nefsin tesiri olmaz.
Şu anlaşıldı ki: Mevlâ Te‘âlâ’dan ve onun muradından başka şeyle alaka kurmanın ve Mevlâ ile kulun arasına engellerin girmesinin kaynağı, fuzuli işlerle meşgul olmaktır. Bu fuzuli şeyler, mubah kısmından olsa da böyledir. Çünkü fazla mubahın haramlara komşuluk yakınlığı vardır. Kişi, Allah Te‘âlâ’nın rahmetinden kovulmuş düşman olan şeytanın azdırmasıyla ayağını fuzuli olan mubahtan kaldıracak olsa, elinde olmadan haramlara basacak ve girecektir. Onun için mubahla yetinmek mecburidir. Çünkü ayağını mubahtan kaldırsa, fuzuli olan mubaha girecektir.”
Îmânın Kemâl Şartı
3. cildin 3. mektubunda, kişinin maksudunun mabudu olması sorusuna bu yolun hucceti olan İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şöyle cevap vermektedir:
“Rahatlık ve kolaylıktan, zayıflık üzere yaratılan kullardan zorluğu kaldırmaktan haber veren şeriatın zahirine göre bu sözün yorumu şöyledir; Bir kimse maksudunu elde etme hususunda başını şeriat yularından çıkarırsa (bundan Allah Te‘âlâ’ya sığınırız) ve onun meydana gelmesinde şer‘i şerifin sınırlarını aşarsa, bu maksud o kişinin mabudu ve ilâhı olur. Eğer bu maksudu böyle değilse, onu elde etmekte ve meydana gelmesinde şeriatin kabul etmediği şeyleri işlemezse, bu maksud şer‘i şerifçe yasaklanmış olmaz. Bilakis maksudu gerçekte Hâk Sübhanehû’dur.
Matlubu Mevla Te‘âlâ’nın şer‘î olan emri ve nehyidir. Bu şey için ona olan tabii meylinden başka maksud olmak manası ortaya çıkmamıştır. Oda yine şer‘î şerîfin hükümlerinin mağlubudur. Allah (Celle Celâluhû)dan başkasının matlub olmasına sebep olan şeyleri kesip atmak, şeriatın hakikatinde matluptur, o da imanın kemalâtından haber verir. Çünkü Hâk Sübhânehû ve Te‘âlâdan başkasının maksud olması caiz görülecek olursa, çoğu kere bu nefsin arzularının istilası yardımı ile meydana gelir. Heveslerin galip gelmesi, Hâk Sübhânehû ve Te‘âlâ hazretlerinin kişinin maksud olmasına karşı koyar. Belki de çoğu zaman Hâk Celle ve Alâ hazretlerinin razı olduğu işlerin aleyhine, nefsin heveslerinin arzuladıkları tercih edilir. Bu da kişiyi sonsuz zarara götürür.
Neticede Allah (Celle Celâluhû)dan başkasının maksud olmasını kaldırıp atmak, imanın kemâle ermesi hususunda mecburidir. Ta ki imanın yok olmasından ve imandan dönülmesinden emin olunsun ve kişi bundan muhafaza olunsun.”
Niyetin Önemi
Allah Te‘âlâ’dan başka maksudların, matlubların bulunması, niyeti becerememekten kaynaklanır. Güzel bir niyetle birçok mubah olan amel, ibadet gibi karşılanacakken, bazı ibadetler kulun niyeti becerememesi sebebi ile seyyieleri tarafına yazılacaktır.
İmam Rabbani (Kuddise Sırruhû) sağlam niyetin ise şeriatın üçüncü cüzü olan ihlâsla olabileceğini de birinci cildin 59. mektubunda şu şekilde ifade eder:
“Özetle ilim ve amel şeriattan elde edilir. İlim ve amelin ruhu yerinde olan ihlasın elde edilmesi ise sofiyyenin yolunda manevi bir yürüyüşle yürümeye bağlıdır. Manevî yürüyüşle, Mevlâ Te‘âlâ’nın pak olan tarafına yürüyen kimse, seyr-i ilallâh mesafesini aşıp seyr-i fillâh manasının hakikatine ermediği müddetçe, ihlasın hakikatinden uzaktır. İhlas sahibi olan muhlislerin olgunluklarından mahrumdur.
Evet, sıradan müminlerin bazı amellerinde zorluklar ve birtakım külfetlerle beraber az da olsa ihlas bulunabilir. Ancak bizim anlatmak istediğimiz ihlas; bütün fiillerde, sözlerde, hareketlerde ve sakin durmalardaki zorlanmaksızın, külfetlere girmeksizin bulunan ihlastır. Bu ihlasın meydana gelmesi enfûsi ve afaki ilâhların kaldırılıp atılmasına bağlıdır. Oda fenâ fillâh ve beka billâha ve velâyet-i hassâya ulaşmaya bağlıdır. Kendisinde zorlanma ve külfet bulunan ihlas (samimiyet, Allah Te‘âlâ için olman)ın devamı yoktur. Hakka’l-Yakîn mertebesi olan devamlılığın oluşmasında ise zorlanmaların ve külfetlerin yeri yoktur.
Evliyaullah yaptıkları her işi ancak Allah Celle ve Alâ için yaparlar. Nefislerinin payları için değil. Çünkü onların nefisleri Hâk Sübhânehû’ya feda olmuştur. İhlasın oluşması için niyetlerini sağlamlaştırmaya ihtiyaçları kalmamıştır. Çünkü onların niyetleri fenâ fillâh ve bekâ billâh olmakla sağlamlaşmıştır. Mesela, bir insan nefsinin elinde esir olduğu zaman, yaptığı her işi nefsinin hazzı için yapar, ister niyet etsin, ister niyet etmesin. Nefsi ile bağlantısı kalkınca ve onun kölesi olma yularından kurtulunca, ayrıca bunun yerine Hâk Celle ve Alâ ile bağlantı oluşunca şüphesiz yaptığı her işi, ancak Allah Te‘âlâ için yapar, İster niyet etsin, ister etmesin. Çünkü niyete ihtiyaç, birden çok şeye ihtimali olan işte olur. Tayin edilmiş işte ise niyetle tayine ihtiyaç olmaz. Bu Allah Teâlâ’nın fazl-ı keremidir. Onu dilediğine verir. Allah (Celle Celâluhû) çok büyük, karşılıksız iyilik sahibidir.
Devamlı olan ihlasın sahibi, muhlas kullardandır. İhlasında devam olmayan bilâkis devamlı ihlas kazanmaya çalışan ise muhlis, yani ihlaslı kullardan olmaya çalışan kimsedir. Aralarında ne kadar büyük fark vardır. İlim ve amelde sofiye cihetinden oluşacak menfaat, kelam ilmine ait delillerle ispat edilen ilimlerin gözle görülür gibi olması, amelleri yerine getirmede de tam bir kolaylığın meydana gelmesi, şeytan ve nefis tarafından gelen tembelliğin yok olmasıdır.”