“Ey îmân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; tâ ki (oruç sayesinde) takva sahibi olasınız/takva mertebesine ulaşasınız diye.” [1]
Yüce Rabbimiz, bizlere orucun farz kılındığını bildiren bu âyet-i kerîmeye, “Ey îmân edenler” diye başlar. Bizlere yönelik böyle hoş ve tatlı hitap, her şeyden önce O’nunla aramızda “îmân bağı” olduğunu bize hatırlatır. Muhakkak ki Allâh-u Teâla, (اللّٰهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا) “Îmân edenlerin dostu, koruyucusu ve yardımcısıdır.”[2]
﴾اِنَّ وَلِيِّيَ اللّٰهُ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْكِتَابَۘ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ﴿
“Muhakkak ki benim Velîm (sahibim, dostum ve işlerimi düzene koyup yürütenim) o kitabı indiren Allâh-u Te‘âlâ’dır ve O bütün sâlih kullarını koruyup gözetir.”[3]
Kul ile yaratan arasındaki sevgi ve muhabbetle yoğrulmuş bu îmân bağı, paha biçilemeyecek kadar kıymetli, bütün mukaddesatın en üstünü, hiçbir şeye feda edilemeyecek kadar emsalsizdir.
Mevlânâ Ca‘fer es-Sâdık (Radıyallâhu Anh): “Mevlâ Te‘âlâ’nın, mümin kullarına: ‘Ey îmân edenler’ diye seslenişinin lezzeti, hazzı bütün ibâdetlerin zorluk ve zahmetini onlardan almıştır. Artık bu nidaya muhatap olan kul, Allah Te‘âlâ ona ateşe atlamasını emretse bile, hiç tereddütsüz ateşe atlar” der.
Müslüman, “Ey îmân edenler” diye başlayan her emr-i ilâhîyi bu îmân ve sadakatle kabullenip baş tacı edendir. Biz Müslümanlar, orucun hakikatine tam manasıyla ulaşmak istiyorsak, böyle bir îmânî anlayışa ve seviyeli bir İslâmî olgunluğa sahip olmak zorundayız.
Oruç, Geçmiş Ümmetlere de Farz Kılınmış Bir İbâdettir
Orucun aslı Arapça “savm/sıyam” kelimesidir. Farslar/İranlılar bu kelimeyi kendi dillerine ait bir sözle ifade ederek, savm yerine “rüze” demişlerdir. Eski Türkler ise yeme-içme âdetlerinde, yaşadıkları coğrafya icabı oruç olmadığı için, bu kelimeyi Farsçadan almış, fakat “rüze” yerine, kendi millî lisan üslûbuna uygun şekilde bu kelimeden “oruç” sözünü türetmişlerdir. Çünkü eski Türkçede “R” harfiyle başlayan kelime yoktur. Günümüzde de Anadolu’da yaygın olarak “Receb”e “İrceb”, “Ramazan”a “Irmızan/Iramazan” denmesi de bundandır.
Oruç, insanoğlunun var olduğu her dönemde, Allâh-u Te‘âlâ tarafından emredilmiş rabbanî bir terbiye metodudur. Her ne kadar süre ve şekil olarak farklılık gösterse de, İslâm’dan önceki bütün semavî dinlerde oruç var olagelmiştir. Bu da bize orucun insan için vazgeçilmez bir ibâdet, insanlıktan ayrılmayan bir haslet olduğunu gösterir. “Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi” hitâb-ı ilâhîsi de bu manayı dile getirir.
İslâm’da her ibâdetin doğrudan doğruya hedef aldığı, gerçekleşmesi için ortaya düsturlar/hükümler koyduğu birtakım gayeler, maksatlar vardır. Bunlar, Müslümanın hem dünyasını, hem ahiretini, aynı zamanda madde ve mana yönünü ele alan, düzenleyen gayelerdir. Başka bir ifadeyle, ibâdetlerin ilk gayesi; Müslümanın sağlam bir ruh yapısı, sağlam bir şahsiyet kazanmasını gerçekleştirmektir. Dolayısıyla İslâm, mü’minlere böyle bir irade ve zindelik kazandıracak; bu şekilde donanan Müslüman, omuzlarına yüklenen halifelik vazifesini icra, yeryüzünü imar edecek, hepsinden öte rızâ-yi ilâhîye mazhar olma gayretinde olacaktır. Bir dünya ve âhiret medeniyeti olan İslâm’ı temsil etme kudretine ancak böyle mümtaz şahsiyetler sahip olabilir.
Maddeden Manaya Geçmektir Oruç
Oruç, maddeden manaya geçmek, maddenin esaretinden, bağımlılığından arınmadır. Manevî değerlerin olmadığı bir toplumda, maddî eşyanın da değeri azalacak belki de tamamen yok olacaktır. Bunu şöyle bir örnekle anlatalım: Hırsızlık yapmak ayıptır, günahtır, dediğimizde, manevî değer olan “ayıp” ve “günah”tan bahsederiz. Ayıp ve günaha çok önem veren toplumlarda, hırsızlık yüz kızartıcı bir suçtur.
Ayıp ve günah kavramları bir toplumda ne kadar güçlüyse, maddî eşyanın değeri de aynı oranda yüksek olacaktır. Halk, malından mülkünden emin olarak yaşayacak, malı kaybolsa bile ona uzanacak hain eller olmadığı için geri gelme ihtimali her zaman var olacaktır. Zira herkesin gözünde başkasının malına ait bir maddî değer olduğu gibi, aynı malın bir de manevî değeri, dokunulmazlığı vardır ki, bu, maddî değerden çok daha önemli, ziyadesiyle üstündür.
Gelin, buna bir de tersten bakalım: Günümüzde olduğu gibi eğer toplumda bazılarına göre manevî değer olan ayıp ve günah hiçbir şey ifade etmiyorsa, artık çalmak onlar için sıradan bir iş, hatta meslek haline gelecektir. Manevî değerlerden yoksun bu zavallılara göre, başkasının malı, mülkü ve emeği sadece çalınmak içindir. Akşam olunca dükkânını kilitlemeden örtüp giden bir milletten, her yeri güvenlik sistemleriyle korumaya çalışan bir hâle dönüşmek bunun en çarpıcı örneği olsa gerektir.
Bu sadece bir örnek, bu meseleyi hayatın bütün alanlarını kapsayacak şekilde genişletebiliriz. Ancak inkâr edilemez bir hakikat var ki; o da maddeyi ön plana çıkaran milletlerde maneviyatın geri plâna atılması veya hepten yok edilmesidir. Bu durum, aslında maddenin bir bakıma değersizleştirilmesi anlamına gelmiyor mu?
Oruç İbâdetinin Gayesi Takva Mertebesine Ulaştırmaktır
Allah Te‘âlâ, âyet-i kerîmenin sonunda: “Tâ ki (oruç sayesinde) takva sahibi olasınız/takva mertebesine ulaşasınız diye” buyurmak suretiyle, orucu bize farz kılmasının asıl gayesinin takvaya eriştirmek, kulluk mertebelerinin zirvesine ulaştırmak olduğunu bildiriyor. Evet, orucun birçok sosyal yönü ve sağlık, sıhhatle alakalı hep çok faydası, pek ziyade hikmetleri vardır, amma asıl maksat, Rabbimizin takdir buyurduğu hikmet, takvaya erişmektir.
Ayrıca Allâh (Celle Celâlühû)nun buyrukları hakkıyla yerine getirilirse, elde edilecek netice ve gayeler, ihtimal, beklenti ve umuda bağlı değil, bilakis kesin ve şüphesizdir. Takva, çok derunî boyutu olan mühim bir meseledir.
Bize has olan orucumuzun takvaya, takvamızın rızâ-yi bârîye mazhariyete vesile olması dileğiyle…
Dipnotlar
[1] Bakara Sûresi:183
[2] Bakara Sûresi:257
[3] A’râf Sûresi:196