Zamanı iyi değerlendirebilmek Müslümanım diyenlerin en yüce vazifesi. Akıp giden zaman içerisinde vakitlerimizi iyi değerlendirebilmemiz İslâmî bilincimizi ait olduğu hale irca etmekten geçiyor diyebiliriz rahatlıkla. Aslî kaynaklarımıza dönüp de zamana yemin eden[1] kâinatın yaratıcısına kulak verdiğimizde tekrardan canlanacaktır vakit değerlendirme şuurumuz. “İki nimet vardır ki insanlardan birçoğu bunlarda aldanmıştırlar: Sıhhat ve boş vakit”[2] buyuran Peygamber-i zîşânın şu veciz nasihatini tefekkür kulağıyla dinlediğimizde daha iyi kavrarız nasıl da zamanı israf ettiğimizi. Ömer ibni Abdilaziz (Rahmetullâhi Aleyh)in: “Gece ve gündüz sen(in aleyhin)de işlemektedir, sen de onlarda (boş durmayıp çaba göster ve) çalış”[3] şeklindeki sözünü kabul kulağıyla ahzettiğimizde hayatın içerisindeki zaman denen şeyin kavga edilmesi gereken en önemli rakip olduğu şuurunu kesb ederiz.
Hasen-i Basrî’nin (Rahimehullâh): “Ey Âdemoğlu! Sen günlerin ta kendisisin. Günler geçtikçe senden de bazı şeyler eksiliyor demektir”[4] sözüyle, “günler” demenin “bizler” demek anlamına geldiğini anlarız. Bunu idrak ettiğimizde eksilip giden her bir saniye veya daha azı vücudumuzdan kopan bir organ ve uzuv kadar acı verir bizlere. Tüm hissiyatımızla algılarız bu acıyı. Vakitleri mühim şeylere sarf etmeyi tavsiye eden bu sözler hayatımıza yön veren saikler halini alır birdenbire.
Büyüklerimiz ehem varken mühimle meşgul olmanın, farzlar dururken nevâfili eda ile iştigal etmenin de mâ lâ ya’ni/ dünya ve ahirette fayda vermeyen işler kapsamına gireceğini öğütlemektedirler bizlere.[5] Müslüman, hayatını ehem-mühim sıralamasına göre tanzim etmeli ve maddî harcamalardaki dengeyi çok daha fazlasıyla vakit harcamalarında da yakalayabilmelidir. Zira maddî harcamalarda kaybedilen şey paradır, yakuttur, altındır, incidir. Bunların tamamının tedariki mümkündür belki. Ancak zaman harcamalarında kaybedilen şey vakittir. Saniyesini dahi tedarikine malik olamadığınız vakit.
Müslüman hayatında ta‘tilin, eğlencenin nerede durması gerektiği, keyfiyeti ve niceliğine dair konuşalım biraz da. Konuşalım ki güncel hayatımızda bilmeden işlediğimiz yanlışlarımız varsa öğrenip geri durabilelim.
Müslüman ve Eğlence
Müslüman, Kur’ân-ı Kerîm’in “lehvülaib” diye tabir ettiği ve güncel kullanımımızda “mâ lâ yâ’ni” tabirine yakın olan ‘dünyada ve ahirette fayda vermeyecek şeyler’den geri durmalıdır. Lehiv denilen şey “ciddiyeti terk ederek gayr-i ciddiliğe meyletmeye” denir.[6] Yahut diğer tanımıyla lehiv: Kişiyi haktan ve hakla taalluk eden şeylerden engelleyen her şeydir.[7] Müslümanın her şeyden önce hayatının hiç bir kesitinde lehve düşmemeyi öncelemesi gerekir.
Yapılan iş gayr-i meşru ise lehiv kapsamından dışarıya çıkması zaten mümkün değildir ve böyle bir uygulama, adına ne denirse densin Müslümanın hayatında yer alamaz. Tatil diye isimlendirilen şey şayet içerisinde namazların ikamesi bulunmayan, zamanların tamamıyla mâ lâ yâ’ni işlere sarf edildiği, mahremiyet esaslarına dikkat edilmeyen bir uygulama ise, İslâm katiyyen böyle bir eyleme onay vermez. Zira bu tarz bir tatil müslümanın hem yaratılış gayesine zıttır ve hem de İslâm’ın yaşam tarzı olarak belirlediği aşılmaz ölçülere.
Ne var ki; seküler dünyanın tahrip ettiği şeyler içerisinde belki en fazlasıyla hasar gören, Müslümanın vakti kullanma düsturları oldu. “İnsanın eğlenmeye de ihtiyacı var” diyerek ambalajladığımız fuzuliyyatlarımız ‘tatil’ ve ‘kafa dinleme’ olarak geçti ıstılahımıza. Fütursuzca zaman harcamayı “insanın da dinlenmeye ihtiyacı var” diyerek meşrulaştırdık. Muhtevalarını değiştirerek zulmettik kavramlarımıza. Ve uzaklaştıkça “uydurduk kitabına” bize ait olan çoğu şeyleri.
Müslümanın Tatili Olmaz mı?
Yukarıdaki ifadeleri okuyanların zihninde “Müslümanın tatili olmaz mı, müminin dinlenmeye hiç mi hakkı yok” şeklinde bir sorunun canlandığını hisseder gibiyim. Ta’til ifadesi lügavi kökeni itibarıyla “işsiz kalmak, boş olmak” anlamlarına gelen “utle” kökünden gelir.[8] Lügavi manasını esas alacak olursak. müslümanın işsiz kalması, boş kalması Kur’ân-ı Kerîm’in fermanıyla bağdaşmaz. Zira Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber-i zîşân’a: “O hâlde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul!”[9] buyurmaktadır. Âyet, bir iş tamamlandığında boş kalınıp dinlenilmesini değil bilakis başka bir işle meşgul olunmasını emrediyor. Bu yüzden mezkûr âyet-i Kerîme, “Namazından ayrıldığında duaya yönel, cihattan fariğ olduğunda ibadetlere ihtimam göster” gibi manalarla tefsir edilmiştir.[10] Bütün hallerinde Allâh’ı zikir hali üzere olduğu bildirilen[11] Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu davranışı, âyetin muktezasıyla amel etmeye yönelik olsa gerektir.
Kur’ân’da zikredilen ve tavsiye edilen dinlenme çeşidi budur. Bir işi bitirdiğinizde dinlenmek istiyorsanız âtıl kalarak değil, iş değişikliği yaparak ve başka işle iştigal ederek dinlenebilirsiniz. Sözgelimi; daima fıkıhla iştigal eden bir tâlibin istirahat etmek istediğinde yapacağı şey kitap okumayı veya ilme çalışmayı bırakmak değil, kafa yorduğu fenni değiştirmek olmalıdır. Tefsir kitaplarını veya daha dinlendirici olabilecek tabakat-terâcim kitaplarını mütalaa edebilir mesela.
Müslümanın da kalbini ferahlatmaya, dinlenmeye, istirahate ihtiyacı vardır elbette. Uzun meşgaleler sonucu yorgun düşen bedenler gibi ruhlar da bîtap düşer belli bir zaman sonra. Onun için “ Kalpleri an be an rahatlatınız”[12] buyrulmuştur. Ancak bu istirahat şer’î ölçüler çerçevesinde kalarak icra edilmelidir.
Müslüman tatil ifadesini kendi adına hoş karşılayamaz. Zira ta’til muvazzaf olarak dünyaya gönderilen insanın işi değildir. Atalet kavramı vazife mefhumuyla asla bağdaşmaz, bağdaşamaz. Kur’ân’ın başıboş olarak dünyaya gönderilmediğini söylediği[13] insanın “boş olma” anlamına gelen “utle” ile bağdaşabilecek bir yönü yoktur. Bunun içindir ki Kur’ân-ı Kerîm ta’til ifadesini insan için değil, develer için kullanır: “Gebe develer salıverildiği (ta’til edildiği) zaman…”[14]
Tatil mi İzin mi?
“Müslümanın ta’tili olmaz, izni olur” şeklindeki söylem de tam anlamıyla kabullenebilir değildir. Zira izin de bir mazerettir, belki bir suçtur. Müslüman mazereti olmadığı sürece vazifesini icra ile meşgul olur her dem. “Mü’minler; ancak Allâh’a ve Rasûlüne îman edenler ve peygamberle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin isteyip alıncaya kadar ayrılıp gitmeyenlerdir. Gerçekten senden izin isteyenler; işte onlar, Allâh’a ve Rasûlüne îman edenlerdir. Bir takım işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver ve Allâh’tan onların bağışlanmalarını dile.”[15] şeklindeki ayet, iznin ancak mazeret halinde alınabileceğini ifade ederken, Allâh Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e izin alan kimseler için istiğfarda bulunmasını emretmektedir. Bilenler bilir ki istiğfar edilen iş, bir cürüm kabul edilir.
Ezcümle günlük kullanımıyla ele alacak olursak müslüman için ta’til vazife değişikliğidir ancak. Müslümanlığın esaslarıyla taalluk eden vazifelerin tamamıyla salıverildiği günümüz tatil şekilleri gayr-i islamîdir. Ayrıca bu tatillerin içeriğindeki ecnebî özentileri, batılılaşma temâyülleri de işin cabası.
Tatil mi, Sıla-i Rahim mi?
Tatil ifadesinin İslâmî olmadığını yukarıda belirtmiştik. Bununla birlikte tatil kavramının işleve sokulmasındaki keyfiyetin çerçevesi üzerinde de durduk biraz. Tatil eksenindeki bir diğer problemimiz de günümüzde tatil anlayışının bir türlü sıla-i rahimle ifade edilemeyişidir. Dinlenmek için tebdil-i mekân yapıp memleketimizdeki akrabalarımızın ve yakınlarımızın yanına gitmeye karar verdiğimizde sıla-i rahme gittiğimizi değil, tatile gittiğimizi dillendiriyoruz. Böylece Allâh Te‘âlâ’nın evvelki ümmetlere dahi farz kıldığı o mühim farizayı tatil gibi içi boş bir ifadeyle perdelemiş oluyoruz. Uhrevî cihetle niyetimizi sağlam yapamadığımız için sıla-i rahim sevabından mahrum kalmamız da yanımıza kâr (!) kalıyor.
İslâm’da fiiller niyetlere göre hüküm kazanırlar. Bu yüzden fukaha “mübahlar niyetlerle birlikte müstehaba çevrilebilirler” demiştir. Dinlenme kastıyla memleketine giden kişi tatil değil de sıla-i rahim niyetiyle gidecek olursa hem istirahat etmiş, hem de sıla-i rahim vazifesini yerine getirmiş olur. Böylelikle bir farzı yerine getirmenin sevabına da nail olmuş olur.
Hulâsa
Allâh Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bir Hadîs-i Şerîflerinde ümmeti üzerine fakir olmalarından değil, dünyaya meyletmelerinden korktuğunu bildirmektedir. Şöyle buyuruyor Fahr-i kâinât (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Vallahi sizin üzerinize fakirlikten korkmam. Fakat ben sizin üzerinize, sizden önceki ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılması, onların o nimetlerde birbirleriyle yarıştıkları gibi sizin de birbirinizle yarışmanız ve bu yarışın onları helâk ettiği gibi sizleri de helâk etmesinden korkarım.”[16]
Bir yarış içerisinde insanlar. Kur’ân “Hayır işlerinde yarışın”[17] tavsiyesinde bulunurken Müslümanlar dünyevî şartlarını nasıl daha üst seviyeye taşıyabiliriz hevesinde yarışmaktalar. Arabası olan, nasıl daha lüks bir binit sahibi olabileceğini düşünürken, evi olan yaşam standartlarını “ultra” üstü seviyelere ulaştırabilmenin mücadelesini veriyor ne yazık ki.
Sekülerleşme o kadar kaplamış ki bizi dört bir yanımızdan; âlem-i İslâm’ın kan gölü içerisinde yüzüyor olması, bizim lüks otellerde tatil keyfine sıcak bakışımıza en ufak bir serinlik dahi katamıyor. Katamıyor, çünkü dünyevî hazların verdiği sarhoşluktan henüz ayılmış değiliz maalesef.
Tatil kavramının Müslümanların zihninde bir hayli eksen kayması yaşadığı, içinin boşaltılıp batılılaşma egzersizi haline getirildiği hepimizin malumu. Güncel yaşantımızdaki fiiliyatımızın birçoğunda olduğu gibi tatil anlayışımızda da kâmil bir tecdide muhtaç olduğumuz apaçık. Ve minallâhisselâme…
Dipnotlar
[1] Asr Sûresi:1, Leyl Sûresi:1-2, Müddessir Sûresi:33-34, Tekvîr Sûresi:17-18, İnşikâk Sûresi:16-17, Fecr Sûresi:1-2, Duhâ Sûresi:1-2.
[2] Ahmed ibnü Hanbel, Müsned, 5/277, No:3207; İbnü Mâce, Sünen, “Kitabu’z-Zühd”, No:4170; Tirmizî, “Kitabu’z-Zühd”, No:2304, Bezzâr, Müsned, No:6708, Hâkim, el-Müstedrek, “Kitabu’r-Rekâik”, No:7845, Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, No:6163.
[3] Abdülfettah Ebû Ğudde, Kıymetu’z-Zeman ‘inde’l-Ulemâ, Mektebu’l-Matbû‘âti’l-İslâmiyye, s.27.
[4] Muhammed Nasruddin Muhammed Avîza, Faslu’l-Hitâb fi’z-Zühdi ve’r-Rekâiki ve’l-Âdâb, 3/552.
[5] İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1/207.
[6] Ebussuûd, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm, Mektebetu’r-Riyâzi’l-Hadîsiyye, Riyat, 2/195.
[7] Rağib el-İsfehânî, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur‘ân, Thk: Muhammed Seyyid el-Keylânî, Yayınevi, trh: yok, s.455.
[8] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, 11 /453, Muhtâru’s-Sıhâh, ‘a-ta-le’ maddesi, s. 467, el-Mu‘cemu’l-Vesît, ‘a-ta-le’ maddesi, 2/609.
[9] İnşirâh Sûresi:7
[10] İbn Cerir et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Daru Hicr, 2001, Baskı: I, 24/497,Celelettin es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, Merkezu Hicr, Kâhire, 2003, Baskı: 1, 15/505.
[11] İbn Mâce, Sünen, “Kitâbu’t-Tahâre”, No: 302, İbn Huzeyme, Sahîh, “Kitâbu’l-Vudû’”, No: 207, Ebû Ya’lâ, Müsned, No:4937.
[12] İbn Abdilber, Cami‘u Beyâni’l-İlmi ve Fadlihî, Daru İbni’l-Cevzî, 1994, Baskı: 1, 1/434.
[13] Kıyâmet Sûresi:36
[14] Tekvîr Sûresi:4
[15] Nûr Sûresi:62
[16] Buhârî, “Kitâbu’l-Meğâzî”, No: 3791, Müslim, “Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rekâik”, No: 2961, Tirmizî, “Sıfatu’l-Kıyâme ve’z-Zühd ve’l-Vera’, No: 2462, Nesâi, es-Sünenu’l-Kübrâ, “Kitabü’l-Cenâiz”, No:11817, İbn Mâce, “Kitâbu’l-Fiten”, No: 3997, Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, “Kitâbu’l-Cizye”, No:19129.
[17] Bakara Sûresi:148