Hakîkî Sultân olan velîlerle, Âlemlerin Rabbi’nin kendilerine taht nasip ettiği hükümdarların münâsebetine dâir sayısız örnek bulunur târih, tabakât ve vefayât kitaplarımızda. Devrinin hükümdarlarına yol gösteren velîlerden biri de büyük zâhid Hâtem el-Esâm (Kuddise Sirruhû) Hazretleridir. Dönemin Belh Emîri Âsım (İsâm) ibni Yûsuf (Rahmetullâhi Aleyh) kendisinden istifâde etmiş ve aralarında geçen bazı menkıbeler de menâkıb kitaplarımıza kaydedilmiştir.
Hâtem-i Esam (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin künye ve nisbesiyle beraber tam adı: Ebû Abdirrahmân Hâtim ibni Unvân el-Esamm el-Belhî el-Horasanî’dir. ‘Esam’ lakabı, sağır anlamına gelmektedir. Bu lakap kendisine, şu meşhur menkıbe üzerine verilmiştir:
Hâtem-i Esam (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ahalinin suallerini dinlerken yanına bir hanım yaklaşır ve suali tevcih ederken elinde olmadan yellenir. Büyük mahcubiyet yaşayan kadını kurtarmak amacıyla Hâtem el-Esam (Kuddise Sirruhû) Hazretleri: “Duymuyorum, sesini yükselt” diyerek sağır taklidi yapar ve bu durumunu, menkıbeye konu olan kadın vefât edinceye kadar tam on beş sene boyunca sürdürür. Bunun üzerine Hazreti Hâtem (Kuddise Sirruhû) artık “Esam” lakabıyla anılır.[1] Onun bu tavrı, Allah dostlarının nezâketine dair önemli örneklerden de biridir.
Hâtem-i Esam (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin mürşidi, büyük velî Şakîk ibni İbrâhim el-Belhî (Kuddise Sirruhû)dur ve kendisi, velîler yurdu olan Horasan’ın diğer büyük velîlerinden de istifade etmiştir. İmâm Ahmed ibni Hanbel (Rahimehullâh) da kendisine itibar eden ve nasihatlerinden hissedar olanlar arasındadır.
Zekâsı, İmâm Muhammed el-Bâkır (Radıyallâhu Anh) tarafından tasdik edilmiş ve Cüneyd-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) da tarafından: “Zamanımızın sıddîkı Hâtim el-Esam’dır” sözleriyle methedilmiştir.[2]
Zühd ve tevekkülün mânevî disiplin hâline gelmesi konusunda imamlardan olan ve “ümmetin Lokmanı” olarak tanınan Hâtim (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde büyük bir üstâd olmasının yanında, mü’minlerin diğer insanlarla, çevreyle, dünya ve nimetleriyle münasebetinin ne şekilde kurulması gerektiği konusunda da büyük bir üstaddır. Dünya durdukça, kıyamete kadar gelecek olan insanların ondan öğrenecekleri mutlaka bir şeyler vardır.
İbâdetlerin Rûhu Olan Huşû
Âlemlerin Rabbi’ne saygının lüzûmu olarak ibâdetlerin edâsı sırasında sükûnet ve tevazu içinde bulunmayı ifade eden ‘Huşû’ kelimesi lügatte ‘sessiz ve sakin durmak, alçak gönüllü olmak, Hakk’a boyun eğmek; yumuşaklık ve kolaylık’ gibi anlamlara gelmektedir.[3]
Huşû konusu, özellikle sûfîlerin bir esası olmuş ve onlar, her ibâdette huşû içerisinde bulunabilmeyi sağlayacak birtakım usûller belirlemişlerdir. Nitekim bu usûller ‘tarîkat’ zemininde karşımıza seyr-i sülûk olarak çıkmaktadır.
Huşû konusunda örnek olarak Sahâbe-i Kirâm Hazeratı (Rıdvânullâhi Te‘âlâ Aleyhim Ecma‘în) başta olmak üzere, İslâm büyüklerinden pek çok örnek nakledilir. Hâtem-i Esam (Hatem-i Zâhid) (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ile dönemin Belh Emîri arasında geçen namazın hakîkatine dair menkıbe de ibâdetlerimizi değerli kılacak asıl unsur olan huşûnun namazla ilgili güzel ve feyzli örneklerinden biridir.
Hâtem-i Esam (Kuddise Sirruhû) Hazretlerinin Namazı
Hâtem-i Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretleri devrinin Belh Emîri Âsım İbn-i Yûsuf (Rahmetullâhi Aleyh)in yanına geldiğinde şöyle bir sualle karşılaştı:
-Ey Hâtem namaz kılmayı güzel becerebiliyor musun?
O da ‘Evet’ deyince, Âsım (Rahmetullâhi Aleyh):
-Peki, nasıl kılıyorsun? diye sordu. Hâtem-i Zâhid (Kuddise Sirruhû) Hazretleri başladı anlatmaya:
-Namaz vakti yaklaştığında abdestimi sünnet üzere tazeliyor ve namaz kılacağım yere dikiliyorum. Tâ ki her uzvum yerleşiyor. Sonra Kâbe’yi iki kaşımın arasında, Makâm-ı İbrahim’i göğsümün hizasında, Allah Te‘âlâ’yı mekândan münezzeh (pâk ve uzak) olduğu hâlde başımda hâzır ve kalbimdeki her şeyi bilir halde görüyorum.
Sanki ayağım sırat köprüsünün üzerinde; cennet sağımda, cehennem solumda, ölüm meleğini de arkamda hissediyor ve kılacağım namazın son namazım olduğunu düşünüyorum.
Sonra ihsân ile (Mevlâ Te‘âlâ’yı görür gibi) iftitâh tekbirini alıyorum. (Okuduklarımı) tefekkürle okuyor, tevâzû ile rükûa eğiliyor, tazarrû ile secdeye kapanıyorum. Sonra tamamıyla oturuyor, ümitle teşehhütte bulunuyor ve sünnet üzere selâm veriyorum. Sonra da o namazı ihlâsa teslim ediyor, korkuyla ümit arasında kalktıktan sonra da bu hâl üzere sabra devam ediyorum.
Bunu duyan Âsım (Rahmetullâhi Aleyh):
-Ey Hâtem! Senin namazın böyle mi? diye sordu. O da:
– Evet, otuz senedir böyle namaz kılıyorum! deyince Âsım (Rahmetullâhi Aleyh) ağlayarak şunları söyledi:
-Ben daha bu zamana kadar hiç böyle bir namaz kılamadım.[4]
Dipnotlar
[1] Feridüddîn-i Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ.
[2] Mustafa Bilgin, “Hâtim el-Esam”, Dia, c.16, s.470-472
[3] Mehmet Şener, “Huşû”, DİA, c.18, s.422-423
[4] Menkıbe için bkz. Rûhu’l-Furkân Tefsiri, Bakara Sûresi tefsiri.