İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Mir Nu‘mân’a göndermiş olduğu, 1. cildin 261. mektubunda namazın fazîlet ve kemâlâtını beyân etmiştir. Daha sonra, sofiyyeden olduğu hâlde namazın hakikat ve kemâlâtından habersiz olanların durumuna şöyle dikkat çekmiştir:
“Sofiyyeden olup da namazın hakikatinden haberdar olmayanlar ve bu sebeple namaza ait kemâlâta vakıf olamayanlar, hastalıklarının çaresini başka şeylerde ararlar. Muratlarının meydana gelmesini farklı şeylerden beklerler. Belki onların bazısı namazı (Mevlâ Te‘âlâ ile beraberlikten kaynaklanan) hâlden uzak sayarlar. Namazın temelinde Mevla Te‘âlâ’dan uzak kalmak ve başkalık vardır, derler. Bu ve bunun gibi yakıştırmalar ise (işin hakikatine göre) muhaldir. Orucun namazdan daha üstün olduğunu zannetmişlerdir.
Futûhât-ı Mekkiyye sahibi (Muhyiddîn ibni Arabî Hazretleri): “Yemeyi ve içmeyi terk etmekten ibaret olan oruçta samedâniyyet sıfatı ile hakikatlenmek vardır. Namazda ise başka başka olmaya, zıtlaşmaya doğru gidiş vardır. İbadet eden olmak ve ibadet edilen olmak manalarına işaret vardır.” demiştir. Gördüğün gibi bu fikir, bu yolun manevî sarhoşlarının hâllerinden olan Vahdet-i Vücûd meselesi üzerine bina edilmiştir.
Namazın hakikatinin şuurunda olmamak ve ondan habersiz olmak sebebi ile sofiye taifesinden büyük bir topluluk, Mevla Te‘âlâ’dan ayrı kalmanın ızdırabını musikide, nağmelerde, vecdlerde, kendinden geçme ve gaybet hâllerinde ararlar. Aradıklarını nağme perdelerinin arkalarında bulmaya çalışırlar. Böyle olunca şüphesiz birtakım hareketleri yaparak zikretmeyi âdet edinirler. Hâlbuki şu hadîs-i şerîfi de işitmişlerdir: “Allah Te‘âlâ şifânızı size haram kıldığı şeylere koymamıştır.”[1] Evet, boğulmak üzere olan kimse her ota, her yosuna yapışır. Bir şeyi sevmek kişiyi kör ve sağır eder. Onlara, namazın hakikatinden bir nebze açılsa, zevklenme duyularına azıcık kokusu ulaşsa musikiye ve nağmeye asla meyletmezlerdi.
‘Ulaşamayınca hakikatlere, Daldılar eğlencelere’
Ey kardeşim, namaz ile nağme arasında ne kadar fark varsa kaynağı namaz olan kemâlât ile kaynağı musiki olan kemâlât arasında o kadar fark vardır. Akıllıya bir işaret yeter.”
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri 1. cildin 305. mektubunda namazın hakikati ile ilgili konuyu bir başka vesileyle bahis mevzuu edinir ve namazın tamam olmasının dört şeye bağlı olduğunu şöyle beyân eder:
“Namazın tamam olması ve kemali; onun farzlarını, vaciplerini; sünnetlerini, müstehablerini yerine getirmekten ibarettir. Bütün bunlar, fıkıh kitaplarında tafsilâtı ile yazılmıştır. Sayılan dört şey dışında, bir başka şeyin, namazın tamamiyetinde medhali yoktur. Namazda huşu dahi bu dört şeyin içindedir. Kalb huzuru dahi, yine bu dört şeye bağlıdır.”
Ameli Göz Ardı Edenler
Daha sonra, evvel beyân ettiği eksikliğin tam karşısında konuşlanıp konunun manevî veçhesini odaklanmasına rağmen şer‘î veçhesini göz ardı edenlerin durumuna da şöyle dikkat çeker:
“Bir cemaat, bu dört şeyin ilmi ile iktifa edip onlarla amel etmeyi boş sayıp bırakma yolunu tercih ettiler. Hiç şüphe edilmeye ki onların, namazın kemalâtından nasipleri azaldı. Bunlardan bir başka cemaat ise daha ziyade Sübhan Hak ile kalb huzuruna önem verip duyguların amellerine iltifatları azaldı. Yalnız farzları ve sünnetleri yapmakla kaldılar. İşbu cemaat dahi, namazın hakikatini anlayamadı; onu bilemeyip namazın kemalini bir başka yolda aradılar. Kalb huzurunu, sadece namazın ahkâmı cümlesinden bir parça saymadılar.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin buyurduğu: “Namaz, ancak kalb huzuru ile olur.”[2] hadîs-i şerîfinden murad, bu dört işle beraber olmasıdır. Ta ki bu işlerin yerine getirilmesinde bir fütur olmaya. Fakirin zihnine bu huzurdan başka bir huzur gelmemektedir.”
Dipnotlar
[1] Buhârî, Eşribe, 15; Ebû Dâvûd, Tıb, 2; Tirmizî, Tıb, 7.
[2] es-Süyûtî, el-Câmi‘ü’s-Sağîr, 1/145; Şerhu’n-Nevevî alâ Sahîhi’l-Müslim, 5/44.