Hep dilimize pelesenk olmuştur her ramazanda “ah nerede o eski ramazanlar” demek. Gerçekten ramazanlar mı değişti yoksa biz mi?
Ramazanlar sevapların katlandığı bir dönem olarak tüm İslam tarihinde özellikle de Osmanlı Devleti’nde bir fırsat olarak görülmüştür. Malı olan malıyla, ilmi olan ilmiyle bu dönemden en iyi şekilde istifade etme adına çeşitli projeler geliştirmiştir. Bunlardan ilki ilim ehlinin geliştirdiği “Cer”dir.
Cer
Cer, medrese talebelerinin üç aylarda özellikle de Ramazan’da dini hizmetlerde bulunmak ve halkı bilgilendirmek(emri bilma’ruf ve nehyi anilmünker) için kasaba ve köylere gitmelerini ifade eden bir tabirdir. Daha çok “cerre çıkmak” olarak kullanılan bu uygulama Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren görülmüştür.
Müderris ve yetişmiş talebeler dokuz ay boyunca derslerle meşgul olduktan sonra üç aylarda özellikle de Ramazan ayında kasaba ve köylerde halkı irşad eder, bir yandan da dokuz ay boyunca okudukları dersleri pekiştirme fırsatı bulurlardı. Bu uygulama ile başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerdeki ilmi potansiyel ülkenin en ücra köşelerine kadar ulaşma imkanı bulmuştur. Genellikle fakir medrese talebeleri halkın verdiği “cer akçesi” ve “zekat akçesi” ile bütün bir yılı geçirmek durumundaydılar. Medrese talebelerinin irşad ve hizmetlerine karşılık halk da kendilerine bu şekilde faydalı olanlara maddi yardımlarda bulunmuş böylece iki zümre arasında samimi bir diyalog kurulmuştur.
Huzur Dersleri
Osmanlı Devleti’nde 1759’dan 1924’te hilafetin kaldırılmasına kadar Ramazan ayında padişah huzurunda yapılan tefsir derslerine “Huzur Dersleri” denilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde padişahlar kuruluştan itibaren ilmi seviyenin artırılması için çalışmalar yapmışlardır. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren padişahlar bizzat katıldıkları ilmi sohbetler düzenlemişlerdir. Fakat bugün “Huzur Dersleri” diye adlandırdığımız düzenli dersler sultan III. Mustafa zamanında başlamıştır. Ramazan ayı boyunca Cuma günü hariç hergün öğle namazı sonrası başlayıp ikindi ezanıyla biterdi dersler. Sohbetlerde bir alim ayet okur ve tefsirini verirdi bu kişiye mukarrir denirdi. Diğer alimlere de muhatap denirdi onlar da tefsir üzerine tartışırlardı padişahın huzurunda.
İlk huzur dersinde Kadı Beyzavi’nin tefsirinden, “Ey iman edenler! Kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için şahitler olarak adaleti gözetin”(Nisa Suresi 4/135) mealindeki ayet okunmuştu.
Birinci Abdülhamit döneminden itibaren huzur derslerine katılacak olan alimleri Şeyhülislamlar seçmeye başlamıştır. Gerek mukarrir gerekse muhatap seçiminde liyakate ve ilmi mertebeye çok dikkat edilmiştir.
Tam bir ilmi serbestiyet içinde yapılan derslerde bir ayet okunarak mukarrir tarafından tefsiri yapılır, muhatapların soru ve itirazlarına mukarrir cevap verir, böylece fikir alış verişi gerçekleşirdi. Dersler genellikle Kadı Beyzavi’nin tefsirinden yapılırdı. Derslere katılanların ilmi seviyesi yüksek olduğu için tefsirler bildiğimiz anlamda düz bir tefsir dersi şeklinde olmazdı. Ayetlerin tefsiri dışında gramer meselelerine, etimolojik(kelimelerin kökenleri) tahlillere girildiği için dersler hayli uzun sürerdi. Nitekim İsra Suresi’nin tefsiri üç yıl, Fetih Suresi’nin tefsiri beş yıl sürmüştür. Bakara Suresi’nin tefsirine 1787 yılında başlanmış beş yılın sonunda ancak ilk otuz ayetin tefsiri yapılabilmiştir.
Halife Abdülmecit Efendi’nin huzurunda icrâ edilen son derste okunan ve tefsiri yapılan son âyet Nahl Sûresinin 31. âyetidir:
“Kendilerinden öncekiler de tuzaklar kurmuşlardır. Nihayet Allah, onların binalarını ta temellerinden (yıkmayı) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine göçtü (onları helâk etti). Hem bu azab onlara akıl erdiremeyecekleri taraftan gelmiştir.
Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916 senesinden Osmanlı Devleti resmen sona erinceye kadar “Huzur Dersleri” maşmuhataplığı vazifesini sürdürmüştür.
Surre Alayı
Ramazan’daki önemli etkinliklerden birisi de “surre alayı”dır. Haremeyn’in(Mekke ve Medine) ihtiyaçlarının karşılanması için İstanbul’dan Hicaz’a deve kervanı çıkarılırdı. Alay, Topkapı Sarayı’nda yapılan çok teferruatlı bir surre töreniyle surre eminine teslim edilerek bizzat padişah tarafından dualarla uğurlanır, surre alayı Efendiler Efendisi(SAV)’ne hediye göndermek isteyenler için tüm İstanbul’u dolaşırdı. Hediyesi olanlar görevlilere hediyelerini teslim ederler böylece kervan ihtiyaç ölçüsünde deve sayısı artırılarak büyürdü. Kabe örtüsü de her sene Topkapı Sarayı’nda padişahın emriyle özel kumaşlardan ve altın işlemelerle süslenerek hazırlanırdı. Ve bu örtü surre alayıyla Kabe’ye gönderilirdi. Zaman içerisinde Osmanlı Devleti’ne trenin gelmesiyle surre alayı trenle gönderilmeye başlanmıştır.
Hırka-i Şerîf Alayı
İstanbul’da Peygamberimiz(SAV)’in iki hırkası var. Biri Topkapı Sarayı’nda, diğeri Hırka-i Şerif Camii’nde bulunuyor. Topkapı’daki hırka, Hırka-i Saadet ya da Bürde-i Saadet adıyla bilinir ve şair Ka’b Bin Züheyr’e, yazdığışiirinin bir armağanı olarak Efendimiz(SAV)’in hediye ettiği hırkadır. Halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde Mukaddes Emanetler’in en önemlisi olan bu hırka, Ka’b Bin Züheyr’in vefatından sonra, Hz. Muaviye tarafından yirmi bin gümüş dirhem karşılığında varislerinden alınmış. Sırayla Emevilere, Abbâsilere ve Memluklara, hilafetin sembolü olarak intikal eden hırka, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinde Osmanlı’ya geçmiş ve İstanbul’a getirilmiş.
İkinci hırka ise Hz. Peygamber(SAV)’in Üveys el-Karanî’ye gönderdiği kabul edilen ve halifelik alâmeti hırkadan ayırt edilen hırkadır. Karani ailesinde nesilden nesile kutlu bir emanet olarak korunan ve taşınan bu hırka, 1617’de bu aileden Şükrullah Efendi tarafından Osmanlı Devleti’nin daveti üzerine İstanbul’a getirilmiş. Aile, kutlu hırkayı uzun yıllar Fatih Yavuz Selim’deki evlerinde korumuş. Ziyaretçilerin artıp evin yetersiz kalmasıyla 1780’de I. Abdülhamid, bugün Hırka-i Şerif Camii avlusunda kalan odayı inşa ettirmiş ve hırka buraya taşınmış. Zamanla oda da yetersiz kalınca Sultan Abdülmecid, 1847’de cami yaptırmaya karar vermiş. Halen bu aileden gelenlerin sahibi olduğu, Peygamberimiz(SAV)’in hırkası, 1851’den bu yana adını taşıyan bu camide Ramazanlarda ziyaret ediliyor.
Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet sarayda Hırka-i Saadet dairesi içinde gümüş bir muhafaza içerisinde saklanırdı. Bu daire Yavuz Sultan Selim Han zamanında yapılmıştı. Padişah, Müslümanların halifesi olarak törenle Hırka-i Şerif ve Mukaddes Emanetleri ziyaret eder ve ziyarete açardı. Bunun için Hırka-i Şerif Alayı tertip edilirdi. Ramazan ayının 15. Gününün gecesinde Mukaddes Emanetlerin bulunduğu dairede bizzat padişahın da katıldığı bir temizlik merasimi yapılırdı. Gül suyu dolu kaselerle temiz sünger ve bezlerle Hırka-i Saadet dairesi temizlenirdi. Mukaddes Emanetler’e gösterilen saygının ifadesi olarak temizlikte kullanılan malzemeler atılmaz hediye edilirdi. Temizlikte kullanılan gül suyu ve çıkan tozlarla sürme yapılır ve padişah başta olmak üzere saray ileri gelenleri tarafından kullanılırdı. Temizliğin ardından ziyaretler yapılırdı. O güne has olarak sabah namazı Hırka-i Saadet dairesinde cemaatle kılınırdı. Hırka-i Şerif ziyaretleri genellikle Ayasofya Camisi’nde kılınan öğle namazını müteakip yapılırdı. Törene katılacak herkesin daireye gelmesinin ardından imam Kur’an okur bunu müteakip padişah kendinde bulunan altın anahtarla sandukayı ve onun içerisindeki çekmeceyi açardı. Sultan bu çekmeceyi de açtıktan sonra Hırka-i Saadet’in yakasında bulunan düğme bir kase içine konulur, bir parça gülsuyu ile ıslatılır, amber sürülürdü. Kasede kalan su, başka sulara damlatılarak “Hırka-i Şerif Suyu” olarak çeşitli Müslüman devlet adamlarına hediye edilirdi. Sandukayı açan padişah, Hz. Peygamber(SAV)’e olan saygısından Hırka-i Şerif’i yüzüne gözüne sürerdi. Sultandan sonra diğer ziyaretçilere izin verilirdi fakat Hırka-i Şerif’in yıpranmaması için üzerine özel üretilmiş mendiller örtülür ve üzerinden öptürülürdü. İnsanlığın en şereflisi’nin(SAV) hırkasına değerek şeref kazanan “Destimal Medilleri” padişah tarafından çeşitli kişilere hediye edilir, o kişiler de bu mendili kabirlerine koydururlardı.
Rü’yet’i Hilal
Ramazan ayını bu çalışmalarla karşılamaya hazırlanan Müslümanların heyecanla beklediği ve takip ettiği bir diğer gelişme Rü’yet’i Hilal’di. Ramazan hilali hem fahri olarak bu işi üstlenen kimseler tarafından hem de devlet görevlileri tarafından gözetlenirdi.
Adil, yalan söylemeyen ve herkesin itimat ettiği kişi veya kişiler, hilali gördüklerini şehrin kadısına bildirirler, kadı da bunu kadı defterine kaydederdi. Hilali gördüğüne dair müjde getirenlere çeşitli hediyeler verilmiştir.
Hilali görmek için her bölgede görüşün en açık olduğu mekanlar tercih edilmiştir. Mesela İstanbul’da Yangın kulesi, Süleymaniye, Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapı camilerinin minarelerinden hilal gözetlenmiştir.