27 Mart 1299 tarihi, insanlık târihinin en uzun hüküm süren âilesinin 600 küsur sene boyunca cihâna hâkim olduğu o mukaddes devletin kuruluş günüdür. Hânedân mensupları kurup asırlar boyunca yaşattıkları bu devleti; Devlet-i Âliye-i Muhammediyye olarak adlandırmış, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Medîne-i Münevvere’de kurmuş olduğu devletin bir devamı saymışlardır.
Rivâyetlere ve belgelere dayanan târihî açıklamalar elbette ki insanlık târihine yön vermiş bu devlet hakkında ortaya pek çok tespit koymaktadır. Bu tespitlerde, mukayeseli birtakım çalışmalar sonucunda kısmî değişiklikler olduğu da bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu tespit için hangi tarih ve hangi hâdisenin kabul edileceği konusundaki değerlendirmeler de bu kapsamda ele alınmalıdır. Buna mukabil, Osmanlı Devleti gibi bir yapıyı yalnızca târihî verilerle ifade etmek, bu başarıyı, elde edilen mühim neticeleri yalnızca bu açıdan değerlendirmek de eksik bir yaklaşım olacaktır.
Devletin Temelinde Yatan Mâneviyât
Osmanlı Devleti’ni sevmek sadece siyâsî veya târihî bir şuûrun değil aynı zamanda mânevî-dînî bir şuûrun da lüzûmudur. Zîrâ temelinde mâneviyât yatan bu hânedân, Nizâm-ı Âlem İlâ-yi Kelîmetullâh esâsını hayat sebebi olarak kabul edip bu dâvâyı bütün menfaatlerden üstün tutmuştur.
Çok kısa sürede çok yol kat eden bu devletin ilerlemesinde bilek gücü kadar –belki de ondan çok- mâneviyâtın etkili olduğu açık bir hakîkâttir. İslâm şeâirine gösterilen saygı, şerîate bağlılık, her işin temeline yerleştirilmiş ilâh-i rîzâ’ya uygunluk esâsı ve elden hiçbir zaman bırakılmayan edeb tavrı, haddini bilmeyi temel düstur kabul etme, ilme ve ulemâya âzamî değer verme anlayışı, bu büyümenin hakîkî vesîleleridir.
Saltanat Getiren Yolculuk
Osmanoğulları’nın yolculuğu, nesebi Oğuzların Kayı boyuna dayanan Kaya Alp oğlu Süleyman Şâh’ın ailesinin yolculuğu anlamına gelmektedir. Bu aileyi fetihlerle beraber Orta Asya’dan önce Mâverâünnehr’e daha sonra Ceyhun Nehri dolaylarına getiren yolculuk, oradan da Anadolu’ya ve 1070 Malazgirt Zaferini müteakip bir müddet yerleşik bulundukları Ahlat’a sürüklemiştir. Burada bir süre konaklayan âilenin yolculuğu; Erzurum, Erzincan ve Amasya’dan sonra nihâyetinde Anadolu’nun batısına yönelerek önce Karacadağ dolaylarına ve burada bir süre kaldıktan sonra Anadolu’nun batısına intikâl ederek bu bölgeye yerleşmelerinin ve bu yolculuğu devlet olmaya taşıyan serüvenin anlatımıdır.
Bizans sınırında tekfurlarla başlayan ve Karacahisâr’ın fethiyle farklı bir boyut kazanan mücâdele, evvela batı Anadolu’nun önemli bir kısmı ve daha sonra bazı Rumeli topraklarının fethedilmesi, Anadolu birliğinin sağlanması ve İstanbul’un fethi gibi hâdiselerle daha da büyümüştür. Mısır’ın fethi, mukaddes emânetlerin devralınması ve Mekke ile Medîne’nin yönetimiyle en mühimi de hilâfetin Osmanlıya geçişiyle tarih artık büyük bir yön değişimine sahne olmuştur.
Yıkılışına dek bugün dahi hayranlıkla baktığımız ve doyamadığımız mîmâri, insana ve mahlûkâtın tamamına sırf yaratılmış olmalarından dolayı verdikleri değerin boyutu, coğrafyaları ve kıt’aları aşan hâkimiyetin tamamı, onların eseridir. Bütün hizmetlerinden ötürü minnettâr olduğumuz Osmanlı ailesine sonsuz rahmet diliyor, uzun hâkimiyet süresi boyunca bu mukaddes devlete emekleri geçmiş olan cümle şahsiyetleri hayırla ve minnetle yâd ediyoruz…