Osmanlı Devleti; sultanları, vüzerası ve uleması tarafından kurulmuş müstakil bir devlet değil, Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Medîne-i Münevvere’de kurmuş olduğu Devlet-i Aliye’nin devamı sayılmıştır. Devletinin ordusu da yine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye (Hazreti Muhammed’in Askerleri) olarak adlandırmıştır. Bu anlayış Osmanlı Devleti’nin hem temeli, hem de yıkılıncaya dek vazgeçmediği yönetim biçimi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, tarih ve menakıb kitaplarında anlatıldığına göre, Şeâir-i İslâm’a ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e hürmete ve ‘Hâkimü’l-Haremeyn’ olmak yerine, ‘Hâdimü’l-Haremeyn’ olma yönündeki hissiyatlarına dayanmaktadır.
Onların Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve Haremeyn’e verdikleri değeri tarihte, hiçbir devlet vermiş değildir. Bu durum hem o döneme ışık tutan kaydedilmiş bilgilerden, hem de günümüze kadar ayakta kalmış olan mimarîden açıkça belli olmaktadır. Ecdâdımızın Hicâz bölgesinin muhafızlığını kaybetmesinin ardından bölgede yaşanmış olan gelişmeler ve günümüzdeki ahvâl de yine bu durumu ifade eden idarî ve siyasî delillerle doludur.
Seyyid ve Şerifleri, en büyük zulümlere maruz bırakıldıkları dönemlerde, hilâfeti elinde bulunduran devletlere rağmen topraklarına davetle himaye etmeleri, şecereleri tutmak ve onların hayatının idamesiyle ilgilenmek için tesis etmiş oldukları Nakîbüleşrâf kurumu, bu kurumun reisine protokolde nadide bir yer vermeleri, toplum içerisinde has kıldıkları özel kisve ve en mühimi de engin hürmetleri, Osmanlı büyüklerinin evlâd-ı resûle vermiş oldukları değerin en önemli göstergelerindendir.
Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ahlâkî, fizikî ve hususî faziletlerini ihtiva eden hilye-i şerif; doğumunu ve üstün özelliklerini içeren mevlid-i şerif gibi nevilerin müstakil birer edebî tür ve literatür haline gelmiş olması da, bu değerin farklı alanlardaki birer tezahürüdür. Kabr-i saadeti bütün mekânların efdali görüp üstün tutarak imaretine, üzerine örtülen örtüye ve en mühimi de hizmetine önem verenlerin başında da yine onlar gelmiştir.
Devralınan kutsal emanetleri baş tacı eden, Hırka-i Şerif’in intikalinden sonra ona Sur İçinde en güzel mekânlardan birinde en güzel hücreyi tahsis eden ve sürekli muhafızlar ile kesintisiz Kur’ân-ı Kerîm ve salevât-ı şerîfe okuyan hâfızlar vazifelendiren de yine Osmanlı büyükleri olmuştur.
Osmanlı büyüklerinin; sakal-ı şerifi teberrük ve tevessülde merkeze yerleştiren anlayışları, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ve Haremeyn’in hatıralarını koruma konusundaki hassasiyetleri ve mukaddes mekânların muhafazasıyla vazifeli Hac Emiri sayısını ikiye çıkartmak gibi hizmetleri, müstakil kitapların konusu olacak derecede geniş bir malûmata tâbîdir. Ümmet de yüzlerce hatta binlerce kilometre mesafe ötelerden Osmanlı halifelerinin isim ve faziletlerini hutbelerde ve dualarda anmak suretiyle onlara, hak ettikleri değeri vererek mukabelede bulunmuşlardır.
Yolculuğun En Büyük Meşakkatlerden Olduğu Günler
Konu, Osmanlı’nın Haremeyn yolculuğu olduğunda her şeyden evvel asırlar öncesinden bahsettiğimizi de unutmamalı, o zamanın şartlarının ne kadar ağır ve ulaşım imkânlarının ne derece kısıtlı olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız. Kaynaklar bize o dönemlerdeki bir Hac veya Umre yolculuğunun aylar sürdüğünü haber vermektedir. Dolayısıyla aylar boyu süren uzunca bir yolculuğa çıkmak, bugünkü gibi sıladan yalnızca birkaç gün süren ve iletişim araçlarıyla bağlantının hiçbir zaman kesilmediği türden bir ayrılık değil, insanların ailelerine dahi tekrar kavuşma ihtimallerini en aza indiren türden amansız bir ayrılık anlamına geliyordu.
Sultanları bile Hac ve Umreden geri bırakabilen meşakkatler, mukaddes beldelere kavuşanlar için bayram sevinci ve heyecanına dönüşüyordu. Çoğu zaman yaya olarak geçilen yollar, birbiri ardına aşılan dağlar, geride bırakılan geniş ovalar ve derin vadiler hatta içinden geçilen ıssız çöller, gerçekleştirilecek ziyaretleri çok daha erişilmez ve değerli kılıyordu.
Geçtiğimiz asırda Medine-i Münevvere’ye kadar döşenmiş olan raylar, söz konusu yolculuğun meşakkatini bir nebze olsun dindireceği sırada baş gösterip de ardı arkası kesilmeyen savaşlar, Hac veya Umre yolculuğu boyunca geçilecek olan memleketlerdeki dirlik ve düzenin bir türlü sağlanamaması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik problemleri, Haremeyn yolculuğunun sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesini 1900’lü yılların ikinci yarısına kadar engellemiştir. Döşenen ve Mekke-i Mükerreme’ye kadar uzatılması planlanan rayların kaderi; mukaddes beldelere gönül vermiş yolcular yerine, savaşmak ya da savunmak maksadıyla bölgeye intikal eden asker, silah ve mühimmat taşımak olmuştur. Bu noktada Fahreddin Paşa rehberliğindeki Medine müdafaasını hatırlamamak haksızlık olur.
Bu meşakkatlere karşılık Osmanlı Döneminde, günümüzdeki gibi, Hac mevsiminin dışında kalan muhtelif mevsimlerde birbiri ardınca yola çıkan Umre kafilelerinin yerine, senede sadece birkaç kez yola çıkabilen ve yol boyunca İslâm beldelerinde tek tek konaklayıp o bölgelerde yaşayanlarla hemhâl olan şümullü bir kafilenin (alay) varlığına şahit oluyoruz.
Sadece Hac veya Umre Yolculuğu Değil, İslâm Beldelerini ve Ulemayı Ziyaret Vesilesi
Osmanlı döneminde Hac ve Umre yolculuğu yalnızca mezkûr ibadetleri ifa etmek amacıyla gerçekleştirilen bir yolculuk değil, İslâm coğrafyasının muhtelif bölgelerini de görüp tanıma ve o bölgelerde yaşayan kimseleri ziyaret etme vesilesiydi. Âlimlerin birçoğu bu yolculuklar vesilesiyle birbiriyle tanışıp hasbihâl ederlerdi. Hatta bu yolculukların bir kısmı sonradan muhtelif türler hâlinde birer kitaba da dönüşmüş, hatıratların bir bölümü, bu yolculuklarda yaşanmış olan hatıraları kaydetmiştir. Bu seferlerin bir diğer önemli yönü de ulemaya, nadir eserleri bünyesinde barındıran önemli merkezlerde kurulu özel kütüphane ve sahaflardaki kitaplarla buluşma imkânı sağlamış olmasıdır.
Osmanlı Devleti için bahis konusu yapmış olduğumuz yolculuklar, daha önce hüküm sürmüş devletlerin döneminde de farklı değildi. Selçuklu döneminde Maveraünnehir uleması Hicaz bölgesindeki ulemayla Hac veya Umre yolculukları vesilesiyle tanışırlardı. Vefayât, tabakât ve ricâl kitaplarında bazı âlimlerin birbirlerini Haremeyn yolculuğu esnasında tanıdıklarına dair sayısız örnek kayıtlıdır.
Resmî Kafilelerin Tertibi Yeni Bir Dönemin Başlangıcı Oldu
Osmanlı Devleti döneminde düzenli ve resmî ilk kafilenin yola çıkmasının ardından bu kafileler sonraki padişahlar döneminde de tekrar edilmiş, hilâfetin Osmanlı hanedanına geçtiği Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonrası daha düzenli bir şekilde sürdürülmüştür. 18. yüzyıla kadar deniz yolunu kullanan kafile, bu yüzyıldan itibaren artık karayolunu tercih etmiş, güzergâh da buna göre belirlenmiştir.
Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Kim Beyt-i Makdis’ten umre yaparsa, bu onun önceki günahları için kefaret olur.”[1] hadis-i şerifinin fehvasınca üç mescidi[2] ziyarete yönelik planlanmış olan yolculuklar, yol boyunca mukaddes beldelerin birbiri ardında geçilmesini müteakip Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın ziyareti ile farklı bir boyut kazanır, daha sonra Haremeyn yönünde devam ederdi. Yolculuk için dokuz ay kadar bir süre ayrıldığından buralarda gerçekleştirilen ziyaretlerde konaklamalar söz konusu olur, Bağdat, Şam gibi İslâm merkezleri başta olmak üzere, yol boyunca uğrak yeri olan İslâm beldelerinde belli müddetlerde misafir olunur, daha sonra bir başka şehre hareket edilirdi. Gidiş süresince konaklanan merkez sayısı 54’e, dönüşte ise 58-59’a kadar çıkardı.
Efdâliyete Bağlı Temettü ya da Kıran Haccı Tercihi
Yolculuk meşakkatlerinden sebep Osmanlı Döneminde Hicaz’da kalma süresinin uzun tutulduğunu ve diğer mevsimlerde Umre için ayrıca yola çıkmanın -en azından- günümüzdeki kadar yaygın olmadığını daha önce ifade etmiştik. Bu durum mukaddes topraklara ulaşanları Hicaz’da kalınacak süreyi uzatarak Umrelerini Hac ibadeti ile birlikte gerçekleştirmeye ve Harem bölgesinin dışından gelenler için bu noktada en uygun olan Temettü ya da Kıran Haccı tercihine yöneltmiştir.
Cumhuriyetin ilanının ardından tek partili sistemin hâkim olduğu dönemlerin sonuna yani 1946 senesine dek yurtdışına çıkış kontrollü sağlandığından, değil Umre ziyareti, Hac yolculuğuna dahi çıkılamamış, bu tarihten itibaren müsaade edilmişse de münferiden yola çıkmış olanlar büyük sorunlarla karşılaşmışlardır. 1977 senesinde Diyanet İşleri Teşkilatı’nın Umreyi de organizasyon kapsamına almasıyla birlikte bu yolculuklarda belli bir düzen ancak sağlanabilmiştir.
İnanç Turizmi Söylemi Maneviyatı Karşılar mı?
Ulaşım seçeneklerinin artması ve uzak mesafelerin kısalmasıyla birlikte, kutsal sayılan mekânların ziyareti de farklı bir boyut kazandı. Ömürde bir kez gidilebilen yerleri ziyaret, birkaç senede bir, her sene ya da senede birkaç kez gerçekleştirilebilir hâle geldi. Geçtiğimiz senelerde Kudüs’ü ziyaret edebilmek bir hayâl, bir tür rüya iken, bugün artık ziyareti ve dönüşüyle birlikte sadece birkaç günde gerçekleştirilebilecek bir yolculuğa dönüştü.
Bu sebeple, dinî niteliği haiz bu ziyaretlerin, ibadet anlayışından uzak bir şekilde ve münhasıran maddî kazanç elde etme gayeleriyle yalnızca turistik birer ziyarete dönüştürülmesi gibi bir tehlike de mü’minlerin gündemine böylece gelmiş oldu. Tertip edilen birtakım organizasyonların istismara dönüştüğü, amacından saparak son derece yakışıksız neticeler doğurduğu da bu kapsamda duyulur oldu.
Bütün bunlara rağmen Umrenin turistik bir ziyaret olmadığı, mukaddes beldelerin faziletiyle tazelenmenin, yedi şavttan oluşan tavaf ile nefsin mertebelerini aşmanın ifadesi ve mahşerin provası, her şeyden de öte Allah Teâlâ’ya misafirlik olduğu;[3] Kudüs ziyaretinin turizm değil de Peygamberler Tarihi’ni müşahede etmek olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu arınma ve yenilenme ziyaretlerinin için, popüler kültürün yaklaşımlarıyla boşaltılmasına da asla müsaade edilmemelidir.
Meşakkatin Azalması Rehavet ve Samimiyetsizliğe Sürüklememeli
Günümüzün imkânları, ibadetleri ifa etme vesilelerine dönüştürülmeli, rahatlık ve genişlikler, vazifede rahatlık ve gevşekliğe dönüştürülmemelidir. Geçmişte yaşanmış olan sıkıntı ve zorluklar hatırlanarak, bugün elde bulunan lütuf ve nimetlerin kıymeti bilinmelidir. Sağlanan kolaylıklarla sık sık gerçekleştirilecek umre ziyaretleri “Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın…“[4] ayet-i kerimesinde vurgulanan yalnızca Allah Azze ve Celle’nin rızası ve muradına yönelik, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Hac ve Umreyi peş peşe yapın. Çünkü Hac ve Umre, yoksulluğu ve günahları giderir,”[5] hadis-i şerifi mucibince, fazilet ve müjdelere dönük bir şuurla gerçekleştirilmelidir. Umre yolcularımızın: “Umre, daha sonraki Umreye kadar, ikisi arasında işlenen günahlar için kefarettir. Allah katında makbul Haccın karşılığı ise ancak cennettir.”[6] vaadine mazhar olmaları temennisiyle…
Dipnotlar
[1] İbnü Mâce, Menâsik, 49
[2]Anılagelen ‘üç mescid’ terkibi şu hadis-i şerife dayanır: “(İbadet için) şu üç mescidden başkasına yolculuk edilmez: el-Mescidu’l-Haram, Mescidu’r-Rasûl ve Mescidu’l-Aksâ.”(Buharî, Enbiyâ 8; Müslim, Mesâcid 2)
[3]İbnü Mâce, Menâsik, 5
[4]Bakara Sûresi, 196
[5]Tirmizi, Hac, 2
[6]Buhârî, Umre,1