Üç aylar geldiğinde gönlü olgun ve manevî algıları açık mü’minler büyük bir heyecana kapıldığı kadar, belli kesimler de bu ayların kıymetini düşürebilmek için anlaşılması güç bir mücadeleye girişirler. Oysaki dinî hayattan toplum olarak son derece uzak kaldığımız şu dönemde, bu tür dönüş ve muhasebe mevsimlerine olan ihtiyacımız çok daha fazladır. Özellikle Osmanlı’dan bakiye bir geleneğe sahip olmamız hasebiyle, bu mevsimlerle ilgili hassasiyet ve kabullerimizi yaşatma konusunda büyük bir sorumluluk hissetmeye mecburuz.
Tarihi boyunca yeryüzünün önemli ilim, irfan ve kültür havzalarından biri olma özelliğini koruyan Anadolu, İslâm ile kucaklaştığında, derin manevî birikimle tezelden mayalandı. Selçuklu devri öncesinden itibaren âdil hükümdarlar eliyle güçlenen miras, Osmanlı’ya intikal edince daha büyük bir manevî zenginlik kazandı.
Osmanlı’nın İslâm anlayışında, ibadetler sadece ahkâm bakımından benimsenmedi; manevî cihetler, tasavvufî veçheler ve batınî sırlar da keşfedilip içselleştirildi. İnsan kazanımı gayesine matuf, kıtalar aşan tebliğ ve irşâd hareketleri, manevî yaklaşımın nezaket ve nezahetiyle hesapsız meyveler verdi. İslâm’ın ulaştırıldığı topraklar, irfan ve hissiyatla doldu. Akıp vadileri yeşerten nehirler misali, sineler İslâm nûru ile can buldu.
Osmanlı’nın Zaman Tasavvuru
Cahiliye devrinde ayların yeri değiştirilmiş, Yahudiler de cumartesi yasağını delebilmek için birtakım hilelere başvurmuşlardır. Nitekim Rasûlüllâh Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) zaman konusundaki sapmalara işaret ederek ayların Allah Teâlâ indindeki yerine oturduğunu beyan etmiştir.[1]
Osmanlı milleti; bu kötü tecrübelerin aksine, zaman ve mekâna yaratıcının yüklediği manalar doğrultusunda bir bakış benimsedi. Allah Te‘âlâ’nın yarattığı zaman ile münasebetini, Rasûlüllâh Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in öğrettiği şekilde algıladı ve gerek günlük gerek mevsimlik gerekse belli dönemlere mahsus kabullerini bu doğrultuda belirledi.
Surre Alayları
Haram aylarda savaş yasağı, Hazreti İbrahim’in şeriatından gelen ve İslâm’ın da ilk senelerinde devam eden fakat daha sonra -müfessirlerin cumhurunun kanaatine göre- nesh edilen bir hükümdür. Haram aylar; Receb ile takvimde peş peşe gelen Muharrem, Zilka‘de ve Zilhicce aylarıdır. Üç haram ay birbirini takip ederken, Receb ayının ayrı şekilde konumlanmasının sebebinin umre yolculuğuna başlangıç olduğu belirtilmiştir. Osmanlı’da da Mekke-i Mükerreme’ye coğrafî uzaklık sebebiyle Receb ayı hac seferi için başlangıç kabul edilmiş ve Surre Alayı olarak anılan, İstanbul’dan hareket edip İslâm merkezlerini aşarak Kudüs-i Şerîfe vasıl olan ve bilâhare mukaddes topraklara uzanan seferin başlangıcı kılınmıştır.
Surre alayı, sadece bir intikalden ibaret değil, birtakım hediyeleri ve manevî unsurları da ihtiva etmesi bakımından mühim bir tarihî gelenektir. Osmanlı idaresinde hareket eden ilk surre alayının bir habere göre Yıldırım Bâyezîd, diğer bir habere göre ise, oğlu Çelebî Mehmed devrinde düzenlendiği kaydedilmektedir. Sultan 2. Murad devrinde surre için ayrılan tahsisatın artırıldığı, Fatih devrinde aynı anlayışla devam ettiği ve 2. Bâyezîd devrinden itibaren artık düzenli olarak her yıl gönderildiği nakledilmektedir. Sultan Selim Hân devrinden itibaren surrenin sadece payitahttan değil, Kahire ve Yemen gibi merkezlerden de yola çıkarıldığı bilinmektedir.[2]
Kandil Geleneği
İlk on gününün ihyası dinî açıdan önem taşıyan Muharrem ayının onuncu günü olan ve bu hususiyetine bağlı olarak “âşûrâ” adıyla anılan gün, hicrî senenin dinî açıdan önem taşıyan ilk günü olması bakımdan da ayrıca mühimdir. O günün ardından, Rebîulevvel ayı geldiğinde, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in doğduğu gece olan 12. gece, mevlid gecesi olarak idrak edilir. Osmanlı devrinde o günde ve diğerleri üç aylar içerisinde yer alan, sırasıyla Reğâib, Berâet ve Kadir gecelerinde Sultan 2. Selim Hân devrinden itibaren kandiller yakılarak özel merasimler tertip edildiği için hususî bir yaklaşım doğmuş ve bu tatbikat asırlar boyunca sürüp günümüze ulaşan bir geleneğe dönüşmüştür.[3]
Sosyal Yardımlar
“Osmanlı” adı anıldığında; ilim, dinî hassasiyetler ve ihtida hareketleri kadar sosyal anlayış da akla gelir. Sadece coğrafyada yerleşik kuşların açlık durumunu değil, göçmen kuşların beslenmesini dahi düşünen ve bunu mimarîye önemli bir unsur olarak ilâve eden yüksek medeniyet anlayışı, elbette ki kimseyi aç-açıkta bırakmadı. Üç aylar girdiğinde Ramazan ayına hazırlık gayesiyle o mukaddes infak mevsimini önceki aylardan başlatan bu müstesna sistem, dünyaya örnek niteliğinde işlere imza attı. Kayıtlarda, sadece hilâfet merkezinde günde binden fazla kişiye yemek verildiği geçmektedir.[4]
Osmanlı devrinde saray mutfağında ve imaretlerde pişen yemek ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı gibi yaşadıkları bölge veya yörenin ileri gelenleri de yine bu noktada kayıtsız kalmaz, ihtiyaç sahibi olduğunu tespit ettikleri ailelere gereken yardımları yaparlardı. Konakların ve geniş evlerin avlularına iftar sofraları kurulur, gelip geçenlere de ikramlarda bulunulurdu.[5]
Cer Geleneği
Osmanlı için üç ayların hususî önem taşıdığını gösteren unsurlardan biri de müderrislerin ve medrese tedrisinde belli bir seviye kat etmiş talebelerin bu mübarek mevsimin başlangıcından bayram da dâhil belirli bir süre boyunca çeşitli şehir, kasaba ve köylere Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı anlatmak üzere görevlendirilmeleri yönündeki gelenektir. Bu seferler esnasında tebliğ ve irşâd ile gönüller fethedilmiş, temel dinî malûmat konusunda noksan olanların bilgisi ikmal edilmiş ve ulema ile halkın buluşması vesilesiyle büyük bereket ve kazanımlar elde edilmiştir.[6]
Osmanlı’da Ramazan
Osmanlıların Ramazanı yüksek bir sürur ile karşıladıkları o dönemin yüce gönüllü insanlarının olduğu kadar Batılı seyyahların da kalemine yansıyacak derecede kaynaklarda genişçe yer bulmuştur. Oruçtan mukabeleye, teravihten ramazan gecelerinde muhtelif etkinliklere ve fakir-fukaranın gözetilmesi noktasında sosyal anlayış açısından bu mübarek ay olabildiğince dolu şekilde idrâk ve ihyâ edilmiştir.
Teravih namazında camilerin dolması ve tebaanın özellikle cami merkezli bir hayat konusunda yüksek hassasiyetinin sair İslâm beldelerinde görülmeyen bir boyuta ulaştığı gerçeği, şahitlerin anlatımıyla sabittir. Yabancı seyyahlar, Osmanlı topraklarındaki her iftarın yazılmaya değer, muhakkak ayrı bir hususiyet taşıdığını ifade etmekten kendilerini alamamışlardır.[7]
Huzur Dersleri
Ramazan ayı Osmanlı tahtına da büyük bir dokunuş tesirine sahipti. On bir ayın sultanı girdiğinde, padişah huzurunda ulemanın cem olduğu “huzur dersleri” icra edilirdi. Bu derslerde, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri üzerine mütalâalarda bulunulurdu. Altın silsilemizin 35. altın halkası Mevlânâ Ali Haydar el-Ahıshavî Hazretleri de dört padişah devrinde huzur derslerini başmukarrir, muhatap ve başmuhatap olarak farklı seviyelerde teşrif etmiştir.[8]
Kadir Gecesi
Osmanlı devrinde Leyle-i Kadir de bir başka ihya edilirdi. Kadir Gecesine vasıl olunduğunda, başta saray olmak üzere idarî birimlerde geceye mahsus meclisler düzenlenir, özellikle Ayasofya Camii’nde büyük bir merasim tertip edilir ve bin aydan hayırlı gecenin bihakkın ihyâsı konusunda tebaanın şuur kazanması için önceden vaaz u nasihat ve sohbetler gerçekleştirilirdi. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetleri ve veciz vaazlarla süslenen unutulmaz geceler tarihe kaydedilirdi.[9]
Osmanlı’nın Ramazana Elvedası
Büyük bir heyecanla karşılanan Ramazan’ın ikinci on beş günü akıp gitmeye başladığında, Osmanlı tebaasını büyük bir hüzün kaplardı. Kadir Gecesi tebriğinin yer aldığı mahyada müteakip günlerde artık “Ramazana elveda” anlamı taşıyan ifadeler yer bulurdu.[10] Bilhassa selâtîn camilerde kılınan teravihlerin o sene için sonuncusunda, gözyaşları sel olup akardı.
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte pek çok değerimizi ve hassasiyetimizi yitirdiğimiz gerçeği çok açık. Bugün yaşadığımız eksiklerimizin büyük kısmı da bu kayıplardan kaynaklı. Sorunu böylece teşhis etmemiz aslında çözümün de bir nevi adresi niteliğinde.
Mevlâ Te‘âlâ, Receb ve Şa‘bân aylarını bizler için mübarek kılsın ve bizleri Ramazan ayına ulaştırsın! Kaybettiğimiz değerleri yeniden kazanma şuurunu cümlemize lütfeylesin ve gelecek nesillerimizi bu şuurla yetiştirebilmeyi bizlere nasip ve müyesser kılsın!
Dipnotlar
[1] Buhârî, Bed‘ü’l-Halk 2, Meğâzî 77, Edâhî, 5; Tevhîd, 24; Müslim, Kasâme, 29.
[2] “Surre”, DİA, 37/567-569; Osmanlı Belgelerinde Surre Alayları, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın No. 116, Ankara, 2010, s. V; Menderes Coşkun, “Osmanlı Hac Seyahatnamelerinde Hac Yolculuğu”, Osmanlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, 4/506.
[3] “Kandil”, DİA, 24/300.
[4] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 2/368.
[5] “Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Kültürü ve Ramazan Sofraları”, Sakarya Ünv. Yüksek Lisans Tezi, s. 75 ve 82; “Osmanlı İstanbul’unda Ramazan”, Tarihte Ramazan, s. 51.
[6] “Cer”, DİA, 7/388.
[7] Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 389-390.
[8] “Osmanlı’da Bir Ramazan Geleneği: Huzur Dersleri”, İsmailağa Dergisi, Sy. 13, Haziran 2017, s. 54-57; “Ahıskalı Ali Haydar Efendinin Huzur Dersi Hocalığı”, İsmailağa Dergisi, Sy. 14, Temmuz 2017, s. 38-43.
[9] “Kadir Gecesi”, DİA, 24/126.
[10] “Mahya”, DİA, 27/396-398.