Bizi yoktan var eden Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd eder, hak ile batılı, helal ile haramı ayırmak için gönderilen Hz. Muhammed (Sallalahu Aleyhi ve Selem)’e, âl ve ashabına selam ederiz.
Âlimler ibadetlerin tamamının insanların yararına olan şeyleri gerçekleştirme amacına yönelik olduğuna dair sözbirliği içersindedirler.
Şu halde Allah Teâlâ’nın kullardan yapmalarını istediği şeylerde onlar için büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kesindir. Kur’ân-ı Kerim’de akla aykırı hiçbir emir ve yasak bulunmamaktadır. Bütün emir ve yasaklar hikmet kapsamındadır. Emir ve yasakların tamamındaki yarar ve hikmetlerin bilinmesi ise mümkün değildir. Kaldı ki, ibadetler dinin bir yönüyle akıl üstü ve bir yönüyle şekilsel uygulamaları olarak değerlendirildiğinde, dinin bu gereklerini yerine getirecek olan mensuplarının hikmet ve yarar arama telaşına düşmemeleri hallerine en uygun davranış olsa gerektir.
Bununla birlikte âlimler öteden beri ibadetlerin yarar ve hikmetleri konusunda son derece gayret sarf etmişlerdir. Bu gayretleri, ibadetlerin pratikteki yararlarından ziyade insan nefsinin arındırılması ve yükseltilmesi yönünde olmuştur. Bunun sonucu olarak ibadetler bir hedefe erişmenin yolu olarak görülmüş ve bu kulluk görevleri artık sırtta taşınan ve biran önce indirilmeye çalışılan bir yük olmaktan çıkmış, üzerlerinde yükseklere ulaşılan vasıtalar haline gelmişlerdir. Temelde ibadet, Hakk’ın emrine riayet etmek olduğu gibi, sonuçta halkın hakkına riayet etmeyi de içerir. Şu halde ibadette hem Hakk’ın hem de halkın hakkına riayet etmek birlikte gerçekleşir.
Dinimiz, her ferdin toplum içinde dininin tanzim ettiği ahlak kurallarına riayet etmesini sağlamaya yönelik düzenlemeler getirdiği gibi, yaratıcısıyla bağlantısını her daim derinden hissetmesini sağlayacak düzenlemeler de getirmiştir. Hakk’ın vazettiği kurallara riayet halkın hukukuna da riayettir. Unutulmamalıdır ki; halk ile ilişkiler güzel olmadıkça Hakk’ın rızasına ulaşılamaz.
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرَ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ
Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun)’den Peygamber Efendimiz (Sallalahu Aleyhi ve Selem)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: İnsanlara teşekkür etmeyen Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ’ya da şükretmez.
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلَا يُؤْذِ جَارَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَصْمُتْ
Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun)’den Peygamber Efendimiz (Sallalahu Aleyhi ve Selem)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Allah’a ve Ahiret gününe inanan komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve ahiret gününe inanan misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe inanan hayır söylesin veya sussun.
وَعَنْ عَمْرِو بْنِ شُعَيْبٍ عَنْ أَبِيهِ عَنْ جَدِّهِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ قَالَ: قَالَ رَسُول الله صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرنَا وَيَعْرِفْ شَرَفَ كَبيرِنَا
Amr b. Şuayb babasından o da dedesinden (Radıyallahu anh)Peygamber Efendimiz (Sallalahu Aleyhi ve Selem)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin şerefini tanımayan bizden değildir.
İmam Gazâli (Allah ona rahmet etsin) orucu üç derecede ele almıştır.
1- Avam orucu: Bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri olan iki azayı yani mide ve cinsel organı iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmek.
2- Havas orucu: Bir öncekine ilave olarak gözü, kulağı ve diğer azaları günahtan korumak.
3- Ehassü’l-havas orucu: Bir ve ikinci şıktakilere riayet ettikten sonra kalbi düşük emellerden, dünya düşüncelerinden kısaca; masivadan arıtarak bütün varlığıyla Allah Teâlâ’ya bağlanmak.
Bu üç dereceden hangi derece alınırsa alınsın, ibadetin toplumsal hayatta iyi geçime büyük katkı sağlayacağı açıkça görülmektedir. Toplum içerisindeki çekişmelerin temel sebeplerinden biri; insanların iştah ve şehvetlerini hiçbir sınır tanımadan tatmin etmeye çalışmalarıdır. Hatta bütün bunları sağlayacak olan mal ihtiraslarıdır. Orucun birinci derecesi bile bu ihtirası dizginlemede büyük bir etkendir. Oruç tutan, kendisindeki bu iştah ve şehvetin ana kaynağının nefis ve şeytan olduğunun ve bunların mutlaka dizginlenmesi gerektiğinin bilincine varır.
عَنْ أَبِي صَالِحٍ الزَّيَّاتِ أَنَّهُ سَمِعَ أَبَا هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ يَقُولُ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ اللَّهُ كُلُّ عَمَلِ ابْنِ آدَمَ لَهُ إِلَّا الصِّيَامَ فَإِنَّهُ لِي وَأَنَا أَجْزِي بِهِ وَالصِّيَامُ جُنَّةٌ وَإِذَا كَانَ يَوْمُ صَوْمِ أَحَدِكُمْ فَلَا يَرْفُثْ وَلَا يَصْخَبْ فَإِنْ سَابَّهُ أَحَدٌ أَوْ قَاتَلَهُ فَلْيَقُلْ إِنِّي امْرُؤٌ صَائِمٌ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَخُلُوفُ فَمِ الصَّائِمِ أَطْيَبُ عِنْدَ اللَّهِ مِنْ رِيحِ الْمِسْكِ لِلصَّائِمِ فَرْحَتَانِ يَفْرَحُهُمَا إِذَا أَفْطَرَ فَرِحَ وَإِذَا لَقِيَ رَبَّهُ فَرِحَ بِصَوْمِهِ
Ebu Salih ez-Zeyyat (Allah ondan razı olsun)’dan Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun)’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber Efendimiz (Sallalahu Aleyhi ve Selem) şöyle buyurmuştur: Adem oğlunun her ameli kendisine mahsustur. Oruç müstesna. Zira o, bana mahsustur. Onun mükâfatını ben takdir edeceğim. Oruç bir kalkandır. Sizden biri oruçlu olduğu gün cinsel ilişkide bulunmasın, kötü söz söylemesin. Biri ona sataşacak veya dalaşacak olursa “ben oruçlu bir kişiyim” desin.
Muhammed’in canı yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki; elbette oruçlunun ağız kokusu, Allah Teâlâ katında misk kokusundan daha hoştur.
Bu hâdis-i şerif, izaha gerek bırakmayacak şekilde iyi geçimi vurgulamıştır. Oruç, iştah ve şehveti dizginlediği gibi, ağzı ve dili kötü söz söylemekten de korur.
İbadetlerin sırlarına vakıf olan büyük zatlar; oruç tuttuğu ve namaz kıldığı halde bir türlü çirkin işlerden sakınmayan fenalık yapmaya devam eden kimseyi, abdest alırken su almadan yüzünü elini üç kere yıkayan kimseye benzetmişlerdir. Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamıştır.
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَمْ مِنْ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَكَمْ مِنْ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ
Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun)’den Peygamber Efendimiz (Sallalahu Aleyhi ve Selem)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nice oruç tutan vardır ki, orucundan onun için sadece açlık vardır. Nice namaz kılan vardır ki, namazından onun için sadece uykusuz kalmak vardır.
Kur’an’ın ifadesiyle oruç, İslâm’ın ana temellerinden biridir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.
Bu ayetten oruç ibadetinin İslâm’la birlikte ortaya çıkmadığını anlıyoruz. Aksine oruç, tüm ilâhî dinlerde bilinen bir ibadet olmuş ve çeşitli şekillerde tutula gelmiştir. Allah Teâlâ bu ayet-i kerimesiyle bizlere, oruç ibadetinin insanoğlunun ortak, dinî bir görevi olduğunu bildirmiştir.
RAMAZAN-I ŞERİF AYI İÇİN RAMAZAN GELDİ, RAMAZAN GİTTİ, RAMAZANI TUTTUM EMSALİ İFADELERİN KULLANILMASI DOĞRU MUDUR?
Bir Hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz (Sallalahu Aleyhi ve Selem) şöyle buyurmuştur:
عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَكَرَ رَمَضَانَ فَقَالَ: لاَ تَصُومُوا حَتَّى تَرَوُا الْهِلاَلَ ، وَلاَ تُفْطِرُوا حَتَّى تَرَوْهُ
İbn-i Ömer’den rivayete göre Peygamber Efendimiz (Sallalahu Aleyhi ve Selem) Ramazandan bahsetti ve şöyle buyurdu: Hilali görmedikçe oruç tutmayın, hilali görmedikçe iftar etmeyin…
İmam Muhammed (Allah ona rahmet etsin)‘in Muvattâ rivayetine, “et-Ta’liku’l-Mümecced ala Muvattâ Mâlik bi rivayet-i Muhammed” ismiyle şerh yazan Abdulhayy el-Leknevî yukarıdaki rivayetin şerhinde özetle şunları nakletmiştir: Hadîs-i şerîfte geçen “Ramazandan bahsetti” sözü, “ay” eki getirilmeden sadece ramazan denilmesinin caiz olduğunu ima etmektedir. Kadı İyaz da bu görüşün sahih olduğunu söylemiştir. İmam Malik’in ashabı (Allah onlara rahmet etsin) bu görüşün doğru olmadığını söylemiş ve gerekçe olarak da şu hadîs-i şerîfi getirmişlerdir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: لاَ تَقُولُوا رَمَضَانَ فَإِنَّ رَمَضَانَ اسْمٌ مِنْ أَسْمَاءِ اللَّهِ، وَلَكِنْ قُولُوا شَهْرُ رَمَضَانَ
Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun), Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Ramazan demeyin. Zira ramazan, Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Ramazan ayı deyin.
Bu hâdis-i şerifi İbn-i Adiyy (radıyallahu anh)rivayet etmiş ve zayıf olduğunu söylemiştir.
El-Bakillânî bu meseleyi ikiye ayırmıştır: Şayet “ramazanı tuttum” ifadesinde olduğu gibi ay kastedildiğini bildiren bir karine varsa bu şekildeki bir kullanım caiz olur. Yok, eğer “ramazan geldi, ramazan girdi” ifadelerinde olduğu gibi ay kastedildiğini bildiren bir karine yoksa ay ifadesini kullanmadan sadece ramazan demek caiz olmaz. Şafîî âlimlerinin birçoğu da konuyu bu şekilde ikiye ayırmışlardır.
İmam en-Nevevî (rahimehullah) her iki görüşü kabul etmemiş ve sözlerine şu şekilde devam etmiştir: Din-i Mübin-i İslam tarafından bir nehyetme bulunmadıkça böyle bir yasak sabit olmaz. Bu konuda Şer’i Şeriften bir yasak gelmemiştir. “Ramazan, Allah Teâlâ hazretlerinin isimlerinden bir isimdir” demek sahih değildir. Zira bu konu hakkında gelen hadis zayıftır. Allah Teâlâ hazretlerinin isimleri tevkifidir . Sahih bir delil olmadan böyle bir kullanım caiz olmaz. Velev ki ramazan ismi Allah’ın isimlerinden olduğu sabit olmuş olsa da bu şekilde kullanımdan dolayı herhangi bir kerahet lazım gelmez. Zira insanların bu şekildeki kullanımları Allah Teâlâ’yı kastetmek için değildir.
Bütün bunlara rağmen “Ramazan-ı şerif ayı geldi” gibi tazimi ifade eden sığalar kullanılması daha uygun olsa gerektir.
NİSAP MİKTARI MALA SAHİP ERGİN OLAMAYAN KİŞİ, ZEKÂT
VERMEKLE YÜKÜMLÜ MÜDÜR?
Akıl hastası ve ergin olmayan kişinin, sahip olduğu mallardan zekât vermekle yükümlü olup olmayacağına dair ihtilaf edilmiştir.
Es-Serahsî (ö.483) ve el-Kâsani (ö.587) ve daha birçok Hanefî Âlimlerinin beyanına göre; akıl ve bulûğ, zekâtın vacip olmasının şartlarındandır. Zira âlimler, zekâtın ibadet oluşu yönüne bakmışlar ve ibadetlerdeki asıl gayenin mükellefin imtihan edilmesi olduğunu söylemişlerdir. Akıl hastası ve ergin olmayan kişinin imtihana tabi tutulamayacağının aşikâr olduğu göz önüne alınarak ibadet olan zekât ile de mükellef tutulmalarının söz konusu olmayacağını beyan etmişlerdir.
Hz. Ali ve İbn-i Abbas (Allah onlardan razı olsun); ergin olmayan kişiye namaz vacip olmadığı müddetçe zekâtın da vacip olmayacağını söylemişlerdir.
Hz. Ayşe validemiz ve İbn-i Ömer (Allah onlardan razı olsun) ise; çocuk ve delilin malından zekât verilmesinin vacip olduğunu söylemişlerdir. Şâfîî mezhebi de bu görüşü benimsemiştir. Şu kadar var ki; bu sorumluluk, çocuğa veya deliye değil veliye ait olduğu için akıl hastasının iyileşmesi mümkünse iyileşinceye kadar, çocuk da baliğ oluncaya kadar velileri, onlara ait malların zekâtını onların adına, mallarından ödemekle yükümlüdür.
Çocuk ve akıl hastasının malına zekât düşmez diyen Hanefî mezhebi, cumhurdan farklı bir görüş tercih etmiştir. Bu açıdan Hanefî mezhebine göre zekât verecek olan kişinin baliğ ve akıllı olma şartı aranır. İmam Ebu Hanife (Allah ona rahmet etsin); baliğ ve akıllı olmayanları, toprak mahsullerinden alınan zekât (öşür) dışında, zekâtla mükellef tutmamıştır. Onların mallarının zekâtını veli ve vasileri de vermek zorunda değildir.
Hanefî mezhebi çocuk ve akıl hastasının malına zekât düşmez derken dayandıkları delil; Ebu Dâvut, en-Nesâî ve başkalarının sahih isnatla rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerîftir:
عَنْ عَائِشَةَ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ رُفِعَ الْقَلَمُ عَنْ ثَلَاثٍ عَنْ النَّائِمِ حَتَّى يَسْتَيْقِظَ وَعَنْ الصَّغِيرِ حَتَّى يَكْبُرَ وَعَنْ الْمَجْنُونِ حَتَّى يَعْقِلَ أَوْ يُفِيقَ
Hz. Ayşe (Allah ondan razı olsun)’den, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve akıllanıncaya veya ayılıncaya kadar deliden kalem kaldırılmıştır.”
Bu hadis-i şerifteki “kalem kaldırılmıştır” cümlesi, yükümlülüğün olmamasından kinayedir.
Bu hususta kıyas yani akli delil olarak şöyle denmiştir.
• Başta el-Buharî olmak üzere birçok hadis-i şerif kaynağında mevcut olan “İslam, beş temel üzere bina edilmiştir; namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek …” hâdis-i şerifinde İslam’ın şartları sayılmış ve bu şartlarda ortak özellik hepsinin akıl-baliğ olan kişilere vacip olduğu, çocuk veya deliye ise vacip olmadığı hususudur. Şu halde zekâtın kıyas edilebileceğinin en iyisi namaz ve diğer ibadetlerdir.
• İbadetler iki kısımdır.
1-Doğrudan maksut olan ibadetler.
2-Doğrudan maksut olmayıp maksuda vasıta olan ibadetler.
Birinci kısım da niyet ibadetin sevabının şartı olduğu gibi sıhhatinin de şartıdır. İkinci kısımda ise niyet, sadece sevap almanın şartıdır. Sıhhatinin şartı değildir. Zekât, namaz gibi maksut ibadetlerdendir. Maksut ibadetler ise niyetsiz olmaz. Farz olan bu tür ibadet niyet olmadan yerine getirilemez. Çocuk ve akıl hastasının niyeti ise geçersizdir. Zira farza niyet edebilme ehliyetleri yoktur. Zaten bu münasebetle ibadetler kendilerine vacip de değildir. Çünkü bu konudaki ilahî hitaplar onları kapsamamaktadır. Niyetin yerine getirilmemesiyle nasıl namaz düşüyorsa, aynı şekilde zekâtın da onlara vacip olmaması iktiza eder.
Deli kişiler için iki durum söz konusudur.
• Aslî mecnun yani doğuşundan buluğ çağına kadar deli olarak yaşayan ve buluğundan sonra deli olarak hayatına devam eden kişidir.
• Arızî mecnun yani buluğ çağından sonra aklını yitiren kişidir. İmam Muhammed (Allah ona rahmet etsin)‘e göre her iki kısım için yani aslî ve arızî delilik için geçerli olmak üzere iki ayrı durumdan bahsedilebilir.
1.Sürekli olan deliliktir ki bu çeşit delinin malında zekâtın vacip olmayacağına dair Hanefi mezhebinde her hangi bir ihtilaf söz konusu değildir.
2.Tariî/sürekli olmayan deliliktir ki bazen aklı başına gelip bazen aklını kaybeden kişidir. Bu çeşit delilik şer’an yok hükmünde kabul edilmiş olduğundan böylesi bir kişi zekâtla yükümlü tutulmuştur. Ancak arız olan delilik bir tam yıl devam edecek olsa bu, aslî delilik hükmünde olup malından zekât verilmesi gerekmez.
İmam Muhammed (Allah ona rahmet etsin)’in aslî ve arızî için kabul ettiği bu iki durumu İmam Ebu Yusuf (Allah ona rahmet etsin), sadece arızî yani buluğ çağından sonra doğan delilik için kabul etmiştir.
Şu halde İmam Muhammed (Allah ona rahmet etsin)‘e göre ister arızı ister aslî, İmam Ebu Yusuf (Allah ona rahmet etsin)’a göre arızî bir deli, senenin bir kısmını deli olarak, diğer kısmını ayık olarak geçiriyorsa zekât vermesi gerekir mi?
Esasen bu kişiye zekâtın vacip olup olmayacağına dair iki farklı rivayet vardır.
Birincisi Nadiru’r-Rivaye olarak İmam Muhammed (Allah ona rahmet etsin)’den gelen görüştür ki senenin az da olsa bir bölümünde aklı başına gelmişse zekâtının verilmesiyle yükümlüdür. Bu aynı zamanda İbn Sema’a’nın, İmam Ebu Yusuf (Allah ona rahmet etsin)’tan yaptığı rivayettir .
Diğer rivayet yine İmam Ebu Yusuf (Allah ona rahmet etsin)’tan talebesi Hişam’ın yaptığı rivayettir ki; senenin çoğunu akıllı geçirirse zekât vacip olur. Aksi halde zekâtla yükümlü tutulmaz. Fetva birinci görüştür.
Kişi uzun vadede bir yeri peşin para mukabilinde kiralarsa mal sahibine vermiş olduğu peşin paranın zekâtını kim verecektir?
Söz gelimi; beş yıllık kirasını peşin ödemiş olduğu dükkâna yüksek meblağ olarak vermiş olduğu kira bedelinin zekâtını kiracı mı yoksa kiralayan mı verecek?
Bu konuya dair Hanefi âlimleri arasında ihtilaf vardır. Ebu Bekir Muhammed b. El-Fazl el-Buharî; kendi zamanında Buhara halkının âdeti haline gelmiş bu işlemin sonucunda peşin ödenen kira ücretinden zekât vermesi gereken kişinin mal sahibi olduğunu söylemiştir. Zira kira sözleşmesi feshedilmediği müddetçe para, kirayı alan mal sahibinin mülküdür.
Ali b. Muhammed el-Pezdevî ve es-Serheketî; mal sahibinin zekât ödemesi gerektiği gibi kiralayan kişinin de zekât
vermesinin gerektiğini söylemişlerdir.
Kâdıhan, Serheketî’nin görüşünü tutarsız görmüş hatta her iki tarafında zekât vermesini gerektirecek kuvvetli gerekçe olmadığını savunmuştur. İbnu’l-Hümâm’ın Fethu’l-Kadîr isimli eserinden anlaşılan sadece kiraya veren kişinin vermesi gerekeceğidir.
Kişi elindeki malın zekâtını vermek istediğinde bizzat malın kendisinden mi vermeli, yoksa değeri üzerinden de verebilir mi? Bu hususta fakihler arasında ihtilaf vardır. Şöyle ki;
Hanefî mezhebi ve İmam Şafîi’den (Allah ona rahmet etsin) bir kavle göre; tüccar, zekâtını malın bizzat kendisinden verebileceği gibi, değerini hesaplayıp değeri üzerinden bedel de verebilir.
Sözgelimi; bir kumaşçı, mağazasında bulunan mallarının zekâtını vermek istediğinde, zekât olarak bizzat kumaş verebileceği gibi, kumaşların değeri üzerinden 1/40 zekât da verebilir.
İmam Şafîi’den (Allah ona rahmet etsin)bir diğer kavle göre; bizzat malın kendisinden zekât vermelidir. Aksi halde kıymeti üzerinden zekât vermesi caiz değildir . El-Müzenî, hocasının bu kavlini; “ticaret eşyasının zekâtı bizzat kendindendir.
Parsından değildir” diyerek teyit etmiştir.
Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafîi’ye (Allah ona rahmet etsin) nispet edilen bir üçüncü kavil olarak; zekât, ancak eşyanın kıymeti üzerinden nakit olarak verilmelidir. Yani kişi malının zekâtını mal olarak veremez.
Burada şöyle bir ihtiyat ve maslahattan bahsetmek iyi olacaktır. Günümüzde fakirlerin hastane, giyim, kira, elektrik-su, yol vb. gibi çok çeşit ihtiyaçları vardır. Fakirler genel hallerde bu tür ihtiyaçlarını karşılamak için nakit paraya ihtiyaç duyarlar.
Üstelik zekâtın asıl hedeflerinden biri de fakiri kollamak, gözetmek ve ihtiyacını gidermektir. Bu yüzden zengin, zekâtını verirken şunu gözetmelidir; fakir eğer eşyanın bizzat kendisine muhtaç ise ona eşyayı zekât olarak verebilir. Bu güzeldir.
Fakat fakirin ondan istifade edip edemeyeceğine bakmaksızın eşyayı zekât olarak ona vermesi, her ne kadar sahih ise de hoş değildir.
Özellikle de zekât veren kişi o eşyanın yerine para vermek istemediği ve eşyayı önemsiz gördüğü, hatta ondan kurtulmak istediği durumlarda zekâtın maslahatlarını bir daha gözden geçirip, Allah Teâlâ’nın adeta fakirin ihtiyacını karşılaması için kendisine verdiği bu durumu güzel ve yerinde kullanması gerektiğini bilmelidir.
HÜSAMETTİN VANLIOĞLU HOCA EFENDİ
BAŞKANLIĞINDA FIKIH KURULU