Mevlâ Te‘âlâ buyuruyor ki:
“Eğer onlar Tevrât ve İncîl(deki Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in sıfatlarıyla ilgili âyetler)i, bir de Rablerinden kendilerine indirilmiş olan (Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmın)ı (gerektiği şekilde uygulayarak) gerçekten ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden (aşağı boşaltılacak yağmur) ve ayaklarının altından (bitecek türlü türlü meyve ve sebzeleri) yerlerdi. Onların bir kısmı (ileri geri yapmayıp) doğru ve orta yolu bulmuş çok iyi bir ümmettir. (Nitekim Abdullah ibni Selâm ve arkadaşları gibi bazı Yahudi âlimleri, Necâşî ve ashâbı gibi kimi Hristiyan önderleri Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e îman ederek hidâyet bulmuşlardır.) Onlardan birçoğu ise, yapmakta oldukları (hakkı tahrif, inatçılık ve aşırı düşmanlık gibi) şeyler ne kötü olmuştur!” [1]
Mevla Te‘âlâ Hazretleri bir hadîs-i kudsîde buyuruyor ki:
“Kullarım hakkıyla îman etseydi ve vakti zamanında amel-i sâlihlerini icra etseydiler, geceleyin yağmur yağdırmakla, gündüzleyin güneşi çaldırmakla, o kadar bol mahsul verirdim ki bitmez tükenmezdi.”
Paramız o vakit kıymetlenirdi. Müslümanların parasının aşağı düşmesi, takva ve amel-i sâlihleri ile ilgilidir. Takva azaldı, amel-i sâlih azaldı. Günahlar çoğaldı. Bundan sebep Cenâb-ı Hak, tam manasıyla yağdırmıyor ve bittirmiyor.
Onun için günden güne para değerini kaybediyor. Nasıl ki bizim değerimiz de isyanımızdan dolayı günbegün kayboluyor. Dünyada Müslümanların bir heybeti vardır. Düşmanlara karşı olan o heybetimiz de kayboluyor ve bizi bir hiç olarak görüyorlar.
Hâlbuki biz Rasûlullâh Efendimizin ümmetiyiz.
Hazreti Câbir (Radıyallahu anh)dan rivâyete göre, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
“Bana beş haslet verildi ki, benden evvel hiçbir peygambere o hasletler verilmedi.
1-Bir aylık mesafeden (düşmanın benden) korkması ile yardım olundum.
2-Yeryüzü bana hem mescid hem de pâklık vasıtası kılındı. Ümmetimden hangi bir adama namaz vakti ulaştı (su ve cami bulamadığı takdirde teyemmüm ile) kılar.
3-Ganimet malları bana helâl kılındı, benden evvel kimseye helâl olmadı.
4-Şefaat (yani kullara yardım) makamı bana verildi. (Şefaat benimle başlayacak.)
5-Her peygamber yalnız bir kavme gönderildi, ben ise umum nâsa (insanlara) gönderildim.”
Bu beş haslet, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e kâmil derecede tâbi ve vâris olanlara da aynıdır. O hâlde tam olarak Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e tâbi ve vâris olalım ki, bu nimete ulaşalım ve dünyaya ışık tutalım.
Şu âyet-i kerîme de bu hadîs-i şerîfi teyid eder:
﴾…سَنُلْق۪ي ف۪ي قُلُوبِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ بِمَٓا اَشْرَكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ سُلْطَانًا﴿
“Allâh(-u Te‘âlâ Hazretlerin)in, onların ilâh olduğuna dair hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri (haçları, bâtıl ilâhları) O’na şirk koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine yakında korku atacağız.” [2]
Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın müteaddid yerlerinde böyle âyetler vardır. Mademki böyle âlîşân bir peygamberin ümmetiyiz, bizden de düşmanlar öylece korkmalıdır. Bir milletin değeri, peygamberine göredir. Ama eğer ona uyarlarsa! Eğer uymazlarsa onların heybetleri olmaz, kimse onlardan korkmaz, kimse onlara değer vermez, onları kâle almaz.
Dünya âleminde hiç kıymeti olmaz. Çok düşük gözükürler ve düşman zanneder ki, bir üfürükte hepsini uçururum. Yazık değil mi? Böyle bir peygambere ümmet olma şerefiyle müşerref kılınalım da, sonra o şerefi kaybedelim, bu rezalete düşelim. Uyanmamız lâzım, mütenebbih olmamız lâzımdır. Ve yeniden vazifeye başlamamız lâzımdır. Bu hususta birbirimizi hiç üşenmeden, yorulmadan uyarmamız lâzımdır ki, tekrar bu şerefe nâil olalım. Sen tamamıyla bizi uyandır yâ Rabbi!
Nefahâtü’l-Üns’de görmüştüm. Buyruluyor ki: “Bir sâlik yani Mevlâ Te‘âlâ’ya yürüyücü yirmi sene oyalansa sonra yarım saat ciddiyetini takınsa yirmi senelik boşluğu doldurur.” İşte, bizlere anamızdan, babamızdan daha çok acıyan Mevlâ Te‘âlâ’nın bizlere muamelesi böyledir. Mevla Te‘âlâ tarafından fenalık olmaz.
Mademki diriyiz, sağız yine tevbe edip Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ittibâ edersek, Kitâbullâh’a sarılırsak, ehâdîs-i nebeviyye’ye ve bunlardan çıkan akâide, fıkha, tasavvufa sarılırsak boşlukları doldurur heybetli oluruz. Sözümüz dinlenmiş olur. Heybeti olmayanın kendisi karanlıkta, kime ışık tutacak? Heybet ise kendi başına kazanılmıyor.
Şu âyet-i kerîme, yüksekliğin nereden kazanıldığını bizlere gösteriyor:
﴾…مَنْ كَانَ يُر۪يدُ الْعِزَّةَ فَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ جَم۪يعًاۜ﴿
”Her kim ululuk, izzet (şeref, şân) istiyorsa (bilsin ki) bütün izzet Allâh(-u Te‘âlâ’n)ındır.” [3]
O’nun kapısına dayanmak lâzımdır. O’ndan istemek lâzımdır. O’nun kapısı da İslâmiyet’in tamamını yaşamaktır.
İktibâs: Mahmud Efendi Hazretleri, “3. Sohbet”, Sohbetler, Siraç Kitapevi, İstanbul, c.1, s. 51-54.
Dipnotlar
[1] Mâide Sûresi:66
[2] Âl-i İmrân Sûresi:151’den.
[3] Fâtır Sûresi:10’dan.