Kur’ân-ı Hakîm’in iktida edilmesi gereken bir üsve olarak takdim ettiği Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), biz mü’minler için hayatımızın hemen her alanında örnek alınması gereken yegâne mercidir. Bu anlamda sahâbe de Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i her yönüyle taklit etmiş ve onun talim buyurduğu esaslara göre yaşantılarını tanzim etmişlerdir.
Öyle ki, müşrikler, “Peygamber size helâya dahi nasıl girip çıkacağınızı öğretiyor” diyerek sahabe ile kendilerince alay ettiklerinde Selmân-ı Fârisî (Radıyallâhu Anh): “Evet, Resûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bize helâda kıbleye yönelmeyi, sağ elimizle istinca etmeyi yasakladı” diyerek cevap vermiştir.[1]
Bu gibi rivayetlerden anladığımız üzere sahabe, Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den öğrendiği her şeyi hayatlarında titizlikle tatbik etmiştir. Bir kısım rivayetlerde de gördüğümüz gibi, suyu bile nasıl içmemiz gerektiğine varıncaya kadar hayatımızın bütün alanlarına nüfûz eden nebevî tavsiyeler ümmet-i Muhammed’in yegâne merciden ruh almasını sağlamıştır. Bu anlamda mü’minler için sünnet-i seniyye, baş kitapları olan Kur’ân-ı Kerîm’in müşahhas beyanı, canlı tatbiki demektir. Ve ümmetin bugüne dek aynı ruh ile ayakta kalmasını sağlayan memba Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sözleri, fiilleri ve takrirlerini kapsayan sünnet-i nebeviyyedir.
Küfür Toplulukları Dağılacak!
Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) özelde ashabına genelde ise bütün ümmetine, şartlar ne kadar zor olursa olsun daima ümitvar olmayı, sadece Allah (Azze ve Celle)ye tevekkül etmeyi, sabrı, azmi, cehdi ve gayreti öğretmiştir. Bu hususta yaptığı telkinler kıyamete dek, yaşayan ve gönlünde iman nuru taşıyan herkes için ilham kaynağı olmuş ve olmaya devam edecektir.
Gün, Bedir günüdür. İman edenlerin daima aşağılandığı, türlü eziyetlere maruz bırakıldığı bir dönemin ardından imanın küfürle hesaplaşmak için meydan yerine çıktığı ilk gün. Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz 300 küsur kişilik mübarek ordusuyla çıkar Mekke müşriklerinin karşısına. Allah (Azze ve Celle)nin yardımı olmadan galibiyetin mümkün olmadığını çok iyi bilen mü’minler öncelikle ellerini açarlar Rablerine ve dua ederler.
Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de dua eder secdeye kapanarak aşk ve vecd içinde: “Allah’ım!” der ve devam eder: “Şayet şu bir avuç mü’mini bugün burada mağlûp edersen bundan böyle Sana şu gök kubbe altında ibadet edecek kimse kalmayacak!”[2]
Büyük bir manevî hâl içerisinde Rabbine yakaran ve ridası bile omuzlarından düşen Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına gelen Hazreti Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh)ın ridasını toplayarak: “Yeter ya Resûlellâh, Rabbine çokça yalvardın!” demesi üzerine Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ashabına dönerek Mekke’de nâzil olan fakat manası o gün zahir olan şu âyet-i celîleyi okumuştur: “O topluluk yakında hezimete uğrayacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır.”[3]
Hazreti Ebû Bekr’e hitaben “Müjdelen Ya Ebâbekr, sana Allah (Azze ve Celle)nin yardımı gelmiştir. İşte Cebrâil, tozu dumana katmış hâlde atının yularını tutmuş çekiyor” buyuran Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) sahabeye de o zorlu günde şöyle seslenmiştir: “Muhammed’in nefsi, yed(-i kudreti)inde (ve tasarrufunda) olan Allah (Azze ve Celle)ye yemin olsun ki, onlarla bugün, kaçmayıp sabitkadem durarak, sabredip sevabı yalnızca Allah (Azze ve Celle)den bekleyerek savaşan her kim varsa Allah (Azze ve Celle) onu mutlaka Cennet’e sokacaktır.”[4]
Bu müjdeyi duyan Umeyr b. Humâm (Radıyallâhu Anh), “Ne güzel be, benimle Cennet arasında olan tek şey şunların beni öldürmeleridir” diyerek henüz yemekte olduğu hurmaları yere atmış ve şehid edilene dek savaşmıştır.[5] Umeyr (Radıyallâhu Anh)ın bütün hissiyatını kaplayan ve şehadete koşarak gönderen bu ruh, tarih boyu bütün İslâm ordularını şarktan garba İslâm’ı yayabilmek için daima fetihler yapmaya sevk etmiştir.
Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in o gün göstermiş olduğu bu dirayetli duruş hem Bedr’i müşriklere mezar eden sahabeye hem de kıyamete dek Bedir’den ruh ve heyecan alacak ümmete bir manevi aşıydı adeta. Zira son Peygamber olan kendisi şayet orada mağlûp olsaydı gerçekten de yeryüzünde hayra ve hakikate davet eden bir zümre kalmamış olacaktı.[6]
Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in öncelikle duaya sarılıp sonra fiilî cihadda bulunması, duasız muvaffakiyetin olmayacağını ve galibiyeti getirecek yegâne sebebin Allah (Azze ve Celle)nin yardımı olduğunu anlatmıştı mü’minlere. Aynı şekilde Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetine aşıladığı fetih rûhunun bir sembolü olmuştu.
Şam’ın, Pers’in ve Yemen’in Anahtarları
Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), melâhim diye tabir ettiğimiz ileride vaki olacak hadiselere de işaret ederek ümmetin fetih ruhunu nakış nakış işlemiştir. Nitekim (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimizin hususen bu bağlamda verdiği haberlere baktığımızda, her ne olursa olsun galibiyetin İslâm’a ait olduğunu görmekteyiz.
Küfrün zirve yaptığı ahir zamanda, mü’minlerin muzafferiyeti için İsa (Aleyhisselâm)ın inerek haçı kırıp, domuzu öldüreceğini haber vermesi, Mehdî (Aleyhi’r-Rıdvân)ın zuhurunu müjdelemesi gibi bilumum hadisler ümmete aşılanmış fetih ruhunun saikleridir. Bisetten önce bile “el-Emîn” olarak bilinen Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mübarek dillerinden böyle haberleri almak, mü’minleri tarifi mümkün olmayan bir duyguyla her gün yeniler. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilen Batı, Oryantalistlerin şüpheleriyle müminlerin zihinlerini bulandırmak için içimizden seçtikleri Truva atlarıyla hadislere karşı imanımızı sarsmak istemektedir. Çünkü onlar, bizim ümitlerimizi çalarak teslim olmamızı istemektedirler.
Fakat mü’minler, her taraftan kendilerini kuşatan küfür dalgaları karşısında asla teslim olmayıp “Bize Allah yeter, o ne güzel vekildir!” diyerek mücadeleyi sürdürmeyi de Allah resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den öğrenmiştir.
Gün Hendek günüdür. Ehl-i küfrün saldırılarından korunabilmek maksadıyla kazılan hendeklerden birinde asla kırılmayan bir taşla karşılaşılır. Kimse taşı kırmaya muktedir olamaz. Durum Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e arz edilince Efendimiz, “Bismillâh” diyerek elindeki çapa ile taşa üç kez vurur ve her bir vuruşta bir müjde zahir olur. Birinci vuruşta, “Allâhu ekber! Şam’ın anahtarları bana verildi. Vallahi ben şu an Şam’ın kırmızı saraylarını görüyorum” buyurur. İkinci ve üçüncü vuruşlarda da Fars ve Yemen’in anahtarlarının kendisine verildiği müjdesiyle karşılaşır.[7]
Ümmet, Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in verdiği bu müjdelerin ziyasıyla aydınlanmıştır. Bugüne dek Tarık b. Ziyad’ları Okyanus diplerine kadar gönderen, Osmanlı’yı Viyana kapılarına dayandıran ruh, heyecan ve ufkunu hep bu telkinlerden almıştır. Bu ruha sahip olmaktan fersah fersah uzak kalanlar, nam-ı celili dünyanın her bir yanına taşıyabilme aşkıyla yanıp tutuşan ecdadın derdini anlamaktan elbette mahrumdurlar.
Adiy b. Hâtim (Radıyallâhu Anh) ve Kisrâ’nın Hazineleri
Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetine aşıladığı fetih ruhunu resmetmesi açısından Adiy b. Hatim rivayeti olarak bilinen şu rivayet gerçekten önemlidir. İlgili rivayet şöyledir: Adiy b. Hatim (Radıyallahu Anh) der ki: «Ben, Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanında bulunduğum sırada bir adam gelip kendisine fakirlikten şikâyet etti. Sonra da bir başkası gelip yol kesilmesinden şikâyet etti. Bunun üzerine Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bana: “Ey Adiy, sen Hîre şehrini gördün mü?” dedi. “Görmedim, fakat orası hakkında bana haber verildi” diye cevap verince, Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Eğer ömrün uzun olursa muhakkak sen hevdeci[8] içinde yolculuk eden kadının Hîre denen yerden hareket edip Allah (Celle Celâluhû)dan başka hiç kimseden korkmayarak ta Kâbe’yi tavaf edeceğini göreceksin.” buyurdu. Ben çok taaccüp ederek kendi kendime, “Beldeleri anarşileriyle kasıp kavuran o Tayy kabilesinin yol kesicileri nerede olacak acaba ki (böyle bir kadın ta oradan kalkıp tek başına yolculuk edebilecek) dedim.” Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) devam ederek: “Yemin olsun eğer ömrün uzun olursa, elbette ve muhakkak Kisra’nın hazineleri fetholunacaktır” buyurdu. Ben: “Kisrâ b. Hürmüz’ün hazineleri mi?” dedim. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “(Evet) Kisrâ b. Hürmüz’ün.”
(…) Adiy (Radıyallâhu Anh) şöyle devam etmiştir: “Ben Hîre’den hevdeci içinde yolculuğa çıkarak, Allah (Celle Celâluhû)dan başka hiç kimseden korkmadan Kâbe’yi tavaf eden kadını gördüm. Ve bizatihi kendim Kisra b. Hürmüz’ün hazinelerini fetheden ordunun içinde yer aldım. Yemîn olsun, eğer sizlerin de ömrü yeterse, elbette sizler Peygamber Ebû’l-Kasım (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in söylediği (diğer bir haber olan) ‘elinin dolusu altını sadaka olarak çıkaracak olan’ o kimseleri de göreceksiniz.”»[9]
Konstantin Mutlaka Fetholunacaktır!
Verdiği müjdeler ve dillendirdiği vahiy mahsulü hakikatlerle ümmetine daima yön ve ruh veren Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu bağlamdaki bir vaadi de Konstantin’in bir gün mutlaka fetholunacağına dair binlerce yıl öncesinden verdiği haberdir. Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mübarek dillerinden “Konstantin elbette ve muhakkak bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir”[10] şeklindeki cümlelerle dökülen bu vaat asırlar boyu İslâm neferlerini bu müjdeye nail olabilmek için seferber kılmıştır. Yaşı doksanı aşkın olmasına rağmen, sırf bu müjdeye nail olabilmek için Konstantin’e düzenlenen seferle buralara kadar gelen Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri bunun en bariz örneğidir.
Konstantin’in fethine muvaffak olan Sultan Fatih’i de bu fethe düşkün kılan, uykularını kaçıracak kadar meftun eden duygu Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in müjdesine nail olabilmek hevesiydi. Nihayet bu fethin ona müyesser olması da Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetine aşıladığı fetih ruhunun ne denli tesirli olduğunun tarih içerisindeki en büyük örneklerinden biridir.
Mülk-i Dünya İçin Değil Kelime-i Ülyâ için Fetih
Kelime anlamı itibarıyla “açmak” manasına gelen fethe İslâm’ın yüklediği mana ve misyonu kavrayamayanlar onu daima, ehl-i küfrün tarih boyu toprak ve maden gibi dünyevî gayelerle yaptığı işgallerle karıştırırlar. Oysa İslâm’ın fetih dediği şey, Allah (Azze ve Celle)nin dininin her yere ulaşabilmesi ve İslâm’dan başka bir dini tercih ettikleri için ebedî saadetten mahrum olan insanların bu dinle tanışabilmesi için seferber olmaktan ibarettir. Fethin savaş suretinde olması ise, karşı tarafın direnmesi ve hakkı kabul noktasında inatla hareket etmesinden dolayıdır. Nitekim Kur’ân-ı Hakîm inanan tüm müminlere yeryüzünde hiçbir küfür esâmesi kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah (Azze ve Celle)ye ait oluncaya kadar savaşmayı emretmektedir.[11] Fetih, bu hedefe yürüyebilmenin yoludur. İşgal ise, çeşitli dünyevî imkân ve nimetlere ulaşabilmek için cebren ve haksız yere sahip olunmayan toprakların elde edilmesi çabasıdır. Fethi işgale denk tutmak İslâm’ın bu kavrama yüklediği manadan ne kadar habersiz olunduğunun alâmetidir. Nitekim fıkıh kitaplarımızda “Müslümanlar ehl-i küfrü bir şehir veya kalede kuşattıklarında onları İslâm’a davet ederler. Şayet kabul ederlerse onlarla savaşılmaz”[12] şeklinde yer alan ifade de fetihle maksadın kan dökmek olmadığını göstermektedir.
Allah Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetine talim ettiği fethin dünya mülkü için değil, Allah (Azze ve Celle)nin dininin yayılması ve tüm insanlığın saadete erişmesi gayesiyle yapıldığının çarpıcı örneklerinden biri de şudur: İran’ı fethettikten sonra Kisrâ’nın tacı getirilip Hazreti Ömer’in önüne konulunca Sürâka b. Malik’i çağırttırır. Sürâka, Benî Müdlic kabilesinden bir bedevîdir. Kisrâ’nın dünyanın diline destan olmuş saltanatının yanında sadece Allah (Azze ve Celle)ye kul ve Resûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e sahâbî olmakla şeferyâb olan bir garibandır aslında. İran’ın fethine muvaffak olan İslâm’ın şanlı halifesi Hazreti Ömer, Kisrâ’nın bu tacını ve zinetlerini Sürâka (Radıyallâhu Anh)a giydirir. Zira Resûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bir zaman Sürâka (Radıyallâhu Anh)a bakarak: “Kisrâ’nın elbiseleri sana giydirilmişçesine seni görüyorum” demişti. Nihayet bu sözün tezahür etme zamanı gelmiş ve Hazreti Ömer hemen herkesin gıptayla baktığı Kisrâ’nın elbisesini ashabın gariplerinden Sürâka (Radıyallâhu Anh)a giydirmişti.[13]
Bu hâdise başlı başına Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in taliminden geçmiş sahabenin yaptığı fetihlerle mülk ve saltanatı değil Allah (Azze ve Celle)nin dinini doğudan batıya yaymayı hedeflediğini göstermektedir. Allah resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bu ümmete nasıl bir hedef tayin etmiş ve nasıl bir fetih ruhu aşılamıştır sorusuna cevap olabilecek niteliktedir.
Dipnotlar
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 39/112, No: 23708; Müslim, “Kitâbu’t-Tahâre”, No: 262; Ebû Avâne, Müsned, No: 581; Bezzâr, Müsned, No: 2502; İbn Huzeyme, Sahih, No: 74; İbn Mâce, “Kitâbu’t-Tahâre”, No: 316; Ebu Dâvud, “Kitâbu’t-Tahâre”, No: 7.
[2] İbn Kesir, Müsnedu’l-Fârûk, Daru’l-Vefâ, 1411, Baskı: I, II/582; Nesai, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1406, Baskı: II, s. 394; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/334, No: 208 Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No: 10270; İbn Hibbân, Sahih, No: 4793; Müslim, Sahih, No: 1763; Tirmizi, “Tefsîru’l-Kur’ân”, No: 3081, Beyhaki, Delâilu’n-Nübuvve, III/50.
[3] Kamer Sûresi, 45.
[4] İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer, es-Sîretu’n-Nebeviyye, Daru’l-Ma‘rife, Beyrut-Lübnan, II/420.
[5] İbn Abdilber, Ebu Amr Yusuf b. Abdillah, et-Temhîd, Vizâretu Umûmi’l-Rvkâf ve’ş-Şuûni’l-İslamiyye, Mağrib, 1387, XXIV, 97; el-İstizkâr, V/132, İbn Seyyidi’n-Nâs, Muhammed b. Muhammed, Uyûnu’l-Eser, Daru’l-Kalem, Beyrut, 1414, Baskı: I, I/299.
[6] Ebu Abdillah Muhammed b. Abdülbaki ez-Zürkânî, Şerhu’z-Zürkânî ale’l-Mevâhibi’l-Leduniyye, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1417, Baskı: I, II/282.
[7] Ebubekir Muhammed b. Hârun er-Rûyânî, Müsned, No: 410; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 30/625, No: 18694; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XX/386, No: 37975; Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, No: 10138; Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, X/444, No: 30080.
[8] Hedvec: Devenin sırtına konan, kadınlara mahsus, üstü kubbeli bir çeşit sepet.
[9] Buhari, “Kitâbu’l-Menâkıb”, No: 3400; Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 30/196, No: 18260; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No: 252; İbn Hibbân, Sahih, No: 6679; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XX/268, No: 37761
[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXI/287, No: 18957; Hâkim, el-Müstedrek, No: 8300; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebir, No: 1216; Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, VI/323.
[11] Enfal, Sûresi, 39.
[12] Abdullah b. Mahmud el-Mavsilî, el-Muhtâr (İhtiyâr ile), Thk: Şuayb el-Arnaut, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 2009, Baskı: I, III/9.
[13] Beyhaki, Delâilu’n-Nübuvve, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1405, Baskı: I, VI/325, İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru Hicr, 1418, Baskı: I, X/17.