Dünyada bir âşık vardır. Bir mâşuk vardır. İkisinin arasında bir de aşk vardır. Başka da bir şey yoktur. Dünya sadece ve sadece üç harften ibarettir o da aşktır. Kimisi hakikaten lâyık olan bir yere aşıktır. Kimisi lâyık olmayan bir yere aşıktır. Biz istiyoruz ki Cenab-ı Hakk (Celle Celâlühû) ne sevilmeye layıksa, bizi ona âşık eylesin, ondan bizi ayırmasın. Müslümanın sevgilisi ve mâşuku Hazret-i Allah’tır (Celle Celâlühû) ve onun sevgisini sembolize eden, onun izinden gidenlerdir. Bize hoş gelse de gelmese de hakikat bundan ibarettir. Boşuna zaman kaybetmeyelim. Bizim Allah’tan (Celle Celâlühû) başka, Muhammed Mustafa’dan (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) başka alternatifimiz yoktur. İmkânımız olsa da böyle bir genç kızın dantel işlemesi gibi, kanaviçe işlemesi gibi, ilmek ilmek Allah (Celle Celâlühû) ve Muhammed Mustafa’yı (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) incelesek. Din-i mübin-i İslam’ı bir bir tetkik etsek. Ama hani ömür, hani vakit! Onun için bazı şeyleri gözümüzle görüyor, elimizle tutuyor kuvvetinde anlayamıyorsak da inanmak bizim için yine işi bitirir Allah’ın (Celle Celâlühû) izniyle! Onun için itikâd ve îmân son derece mühimdir.
Birimiz acile kaldırılsak, doktor bize ne söylerse hiç itirazımız olmuyor. Hatta elini ayağını keseceğim dese itiraz yok. Hatta derhal ameliyat dese hiç itiraz yok. Hangi hasta doktora demiştir ki: “Şu benim maruz kaldığım hastalığı bana enine boyuna bir anlat, ilaçlarını bana bir anlat, ilaçlarının kimyasal terkibi nedir, bunu bana bir anlat. A’dan Z’ye önce birkaç gün şu işi bana bir anlat da ondan sonra ben güveneyim senin tedavine.” Böyle diyen bir hasta oldu mu dünyada şimdiye kadar? Yoktur. Hasta sadece ve sadece doktorun teşhisine güvenmekle yetiniyor. Velev ki doktorun verdiği reçete ve tedavi, yanlış bile olsa “Ha doktor mu bu, isminin başında Dr. var mı, tamamdır,” diyor. Öyleyse yanlış da olsa, hatta ameliyat ölümle neticelense davacı olmasın diye imza dahi alıyorlar. O da veriyor rahatlıkla. Niye? İnanıyor ki bu doktorun tedavisi bana yarayacak. Ne hikmetse insan, ama cehaletten ama gafletten bazen diyeceğim ama artık devamlı gibi oldu, böyle birkaç tane gariban müstesna, genelde sanki Hazreti Allah’ın (Celle Celâlühû) ve Muhammed Mustafa’nın (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tavsiyelerinde şüphe varmış gibi, sanki onlar bir gelenek-görenek söylüyorlarmış gibi, “Eh yani yatarsa kafama yaparım, kafama yatmazsa yapmam,” gibi bir anlayışla, insanlar bugün Cenab-ı Hakk’ı da zâyi etti, Rasul-ü Ekrem’i de (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) zâyi etti, Kur’ân-ı Kerim’i de zayi etti. Çok çarpık bir mantığa sahip olduk maalesef!
O bakımdan insan eğer Allah’ı (Celle Celâlühû) seviyorsa, eğer Muhammed Mustafa’yı (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) seviyorsa bu sevginin de bedelini mutlaka ödemeli. Önce aşk noktasında bir anlaşalım. Allah (Celle Celâlühû) ve Muhammed Mustafa’ya (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) aşkımız var mı yok mu? Eğer “Var” diyorsak ve ardından da bu aşkın gereğini yapmaya söz verdiysek, iş tamamdır. Ama “Evet hocam biz dediğin gibiyiz” deyip de öbür taraftan yamuk yapıyorsak o zaman hiç konuşmayalım. Ama buraya geldiğimize göre demek ki Allah’ı (Celle Celâlühû) ve Muhammed Mustafa’yı (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) seviyoruz. Öyleyse bu halin ve buna benzer hallerimizin devamı şarttır.
Ecdâdımız zamanında öyle bu günkü gibi evlenme âdeti falan yoktu. Adam davasına hizmet edebilmek için evlenmiyordu. Ya niye evlenmiyorsun? dendiği zaman “Yok baba! Ben niye evleneyim ki?” diyordu. Adam öyle bir duyguyla yetiştiriliyor ki; “Ben Allah ve Rasûlü için çalışacağım, mücadele edeceğim, attan inmeyeceğim, elim kılıçtan ayrılmayacak, dolayısıyla ben cepheye gittiğim zaman bir daha hanımı düşünemem ben, bir daha arkadaki çocukları düşünemem ben! Vay evin hâli, anamın babamın hâli ne olacak bunları düşünemem ben! Ben cepheye gittiğim zaman, gözüm hep ileride olacak” diyordu. Beni Allah ve Rasûlü’nün mücadelesinden ayrı bırakacak bir girişime ben yanaşmam, derlerdi. Bu din bize bu fedakârlıklarla intikal etti. Yani buradan şunu anlamamak lazım; Evlenmeyelim mi hocam? Bu o demek değil. Ama bak aşk kafaya vurduğu zaman, Allah ve Rasûlü’nün davası insanlara neler yaptırıyor.
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin (Kuddise Sirruhû) buyurduğu gibi: “Aşk insanın kafasına vurduğu zaman insan mü’min miyim kafir miyim onu bile anlamaz” diyor. Aşkın böyle bir yangını vardır. Aşk dünyada en büyük sermayedir. Allah’ın insana ihsan ettiği en büyük nimettir. Amma bu sermaye, bu nimet yerinde, gereği gibi kullanılırsa onun yaptığını hiçbir şey yapamaz. Yine Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin buyurduğu gibi: “Aşk + sabır = zafer” diyor. Eğer benden bir nasihat istiyorsan, gerçi ehl-i nasihat değilim amma öğrendiklerimin, okuduklarımın ve bildiklerimin formülü budur. Eğer dava adamı isen Allah için bir şey yapma, bir mücadele verme, bir efor ortaya koyma düşüncesinde isen Aşk + sabır = zafer. Hayat tamamen bu formüle kilitlenmiştir. Eğer burada kendimizi bulabiliyorsak bizi durduracak hiçbir şey yoktur. Dava adamı iş yapmaya başlarsa, davası için ölümü göze alan bir insanı Allah’tan başka durduracak hiçbir kuvvet yoktur. Eğer davam Allah (Celle Celâlühû), Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ise, ben onlar için, mübarek din-i mübin-i İslam’ın ihyası ve ikamesi eğer benim davam ise, ben bunlar için eğer ölümü göze aldı isem, beni durduracak hiçbir güç yoktur! Hiçbir kuvvet yoktur! Bu ayakta kalmanın yegâne formülüdür.
Eğer maldan ve candan vazgeçemeyecek kadar cimri isem, o zaman ben dava adamı değilim! Ben olsam olsam, en fazla deve adamı olurum. Deveyi otlatıyorum niye? Ondan faydalanmak için, sütünü sağmak için, eti için vesaire. Eee dava adamı değilsem buna rağmen, gene Allah (Celle Celâlühû) diyorum, Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) diyorum amma çalışmaya geldi mi bir şey yoksa, o zaman benim Müslümanlığım İslamiyet’ten rant gözetmek içindir. Müslüman gözüküyorum niye? Çünkü kârım var. Maddi bir kârım var demektir. Bana bak! İslâmiyet deve değil tamam mı! İslâmiyet inek değil, öküz değil tamam mı! Ona göre insan durduğu yeri iyi tayin etmeli. Hangi noktada nöbet tuttuğunun farkında olmalı. Bu iş sadece hacının hocanın işi değildir herkes görevlidir, herkes vazifelidir. Şu an İslam dünyasında korkunç bir adam kıtlığı var. İslam’a böyle gözünü budaktan esirgemeyen, militanvârî bir İmam Rabbânî misali, bir Şeyh Şâmil misali bu davada gözünü budaktan sakınmayacak kadar gözü pek insanlara ne kadar da ihtiyacımız var! Bak ki bizim gibi acizlere, aciz oğlu acizlere vaaz etmek düştü. Dünyanın sonu geldi. Allah (Celle Celâlühû) muhtaç olduğumuz insanları bize en tez zamanda ihsan eylesin! Yoksa bu dîn-i mübîn-i İslâm’ın çilesini omuzlamaya bizim tâkâtimiz yetmez. Bu din çok daha güçlü insanlar istiyor. Çok çok güçlü insanlar istiyor.
Efendi Hazretleri (Kuddise Sirruhû) buradan Beykoz’a gitti, Tokatlı köyüne. Orada horasan erenlerinden Ak Baba Sultan yatıyor. Ak Baba zuhuratta buyurdu ki; “İsmailağa’da Mektûbât okunuyor, milletin elinde niye Mektûbât yok!” Senin anlayacağın burada ne olup bitiyorsa kameraya çekiliyor kaydediliyor. Onun için şu anda bir şeylere karar vermek lazım. Dünyada en büyük ibadet karar almaktır karar! Bizim şu an en aktif işimiz bu. Câmiye gideriz, vaazı dinleriz ama bundan sonra? Asıl ondan sonra bir şeylere karar vermek mesele. Buraya kadar geliyoruz, ondan sonra ne yapmayı düşünüyoruz peki? Ya lokantaya gideceğiz yiyeceğiz içeceğiz veya eve gidip vurup kafayı yatacağız. Ama şu an bir işe sarılmak, bir yerden başlamak lazım! Yani şu kadar manevradan sonra, bu kadar harmandan sonra “Şimdiye kadar böyle yaptım. Bundan sonra farklı olacağım” deyip bir karar alabiliyor muyuz? Nefsin başını ezebiliyor muyuz? Karar alabilene helal olsun! Alamıyorsak iş bitmiştir. Allah kararsız kalmaktan Ümmet-i Muhammed’i muhafaza eylesin! Âmîn…