Şehâdetinin vaki olduğu 3 Eylül gününde ilmî şahsiyeti ve davaya sadakatiyle hatırladığımız Şehid Bayram Ali Öztürk Hocamızı hayırla ve rahmetle yâd ediyor, hayatı hakkında kısa bir malûmattan sonra, sohbetlerinden hazırladığımız bir bölümü istifadelerinize sunuyoruz. Hayatı hakkında detaylı bilgi ve sohbetlerinden iktibaslar için tıklayınız.
Şehid Bayram Ali Öztürk Hoca Efendi, 1952’de Trabzon’un Of ilçesinde dünyaya geldi. Aslen Türkmenistan’dan Konya’ya, oradan Trabzon’a göç eden bir aileye mensuptur. Ailesi daha sonra Adapazarı’na yerleşmiştir. Çocukluğu Adapazarı’nda geçen Bayram Hoca, ilahiyat fakültesinden mezun oldu. Farsça, Arapça, Osmanlıca, İngilizce ve Fransızca bilen Bayram Hoca, Mahmud Efendi Hazretlerinin emri üzerine İstanbul’a geldi ve bir süre vekil imamlık yaptıktan sonra Şehzadebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’ne atandı. Burada vazife yaptığı dönemde hâfızlığını ikmâl etti. 1985’te Karagümrük’teki Draman Kara Ali Camii’ne atandı. 28 Şubat sürecinde Arnavutköy Hacımaçlı köyüne gönderildi. 2001 senesindeki tayin isteği üzerine Küçükköy’deki Mevlânâ Camii’ne atanıp bir sene görev yaptıktan sonra emekli oldu. Ezberlediği İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Mektûbât’ıyla özdeşleşmiş bulunan ve “Mektûbâtçı Bayram Hoca” olarak tanınmaya başlanan Şehid Bayram Ali Öztürk hocaefendi, emekliliğinden sonra, İslâmî ilimlere dair sohbetlerini ve derslerini sürdürdü. İlim talebelerinin gönlünde taht kurmuş, ilim yolunda olanlara yol gösteren bir ışık ve himmetlerini perçinleyen örnek bir şahsiyet olan hoca efendi, İsmailağa Camii’nde sabah namazlarını müteakip Mektûbât okumaya devam etti. Bayram Ali Öztürk Hoca Efendi, 3 Eylül 2006 Pazar günü her hafta yapmış olduğu sabah namazı sonrası sohbet esnasında uğradığı bıçaklı saldırı sonucu, gönlündeki şehidlik rütbesiyle yüce Mevlâsına göç etti. Mevlâ Teâlâ şehâdetini makbul eylesin!
Müslümanın Sevgilisi ve Maşuku
Dünya’da bir aşık vardır. Bir maşuk vardır. İkisinin arasında bir de aşk vardır. Başka da bir şey yoktur. Dünya sadece ve sadece üç harften ibarettir, o da aşktır. Kimisi hakikaten layık olan bir yere aşıktır. Kimisi layık olmayan bir yere aşıktır. Biz istiyoruz ki, “Cenâb-ı Hakk’ı sevmeye layık isek, bizi O’na aşık eylesin! Ondan bizi ayırmasın!“ Müslümanın sevgilisi ve maşuku, Allah (Celle Celâluhû) ve Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini sembolize eden ve onun izinden gidenlerdir. Bize hoş gelse de gelmese de hakikat bundan ibarettir. Boşuna zaman kaybetmeyelim. Bizim için Allah (Celle Celâluhû)dan başka, Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem)den başka alternatifimiz yoktur. İmkânımız olsa da böyle bir genç kızın dantel işlemesi gibi, kanaviçe işlemesi gibi, ilmek ilmek Allah (Celle Celâluhû)yu ve Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem)i incelesek… Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı bir tetkik etsek. Ama hani ya ömür? Hani ya vakit?
Görür Gibi İnanmak
Onun için bazı şeyleri gözümüzle görüyor, elimizle tutuyor kuvvetinde anlayamıyorsak da inanmak bizim için gene işi bitirir Allah (Celle Celâluhû)nun izniyle! Onun için itikad ve iman son derece mühimdir. Birimiz acile kaldırılsak, doktor bize ne söylerse hiç itirazımız olmuyor. Hatta elini-ayağını keseceğim dese itiraz yok. Hatta derhal ameliyat dese hiç itiraz yoktur. Hangi hasta doktora demiştir ki: “Şu benim maruz kaldığım hastalığı bana bir enine boyuna bir anlat, ilaçlarını anlat, ilaçlarının kimyasal tertibi nedir? Bunu bana bir anlat. A’dan Z’ye önce birkaç gün şu işi bana bir anlat da ondan sonra ben güveneyim senin tedavine.“ Böyle diyen bir hasta oldu mu, Dünya’da şimdiye kadar yoktur! Hasta sadece ve sadece doktorun teşhisine güvenmekle yetiniyor. Velev ki doktorun verdiği reçete ve tedavi yanlış bile olsa. “Ha doktor mu bu, isminin başında Dr. var mı, tamamdır!“ diyor.
Öyleyse yanlış da olsa, hatta ameliyat ölümle neticelense, davacı olmasın diye imza dahi alıyorlar. O da veriyor rahatlıkla. Niye? İnanıyor ki bu doktorun tedavisi bana yarayacak. Ne hikmetse işte, insan ama cehaletten ama gafletten bazen diyeceğim amma artık devamlı gibi oldu. Böyle birkaç tane gariban müstesna, genelde sanki Allah (Celle Celâluhû) ve Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem)in tavsiyelerinde şüphe varmış gibi, sanki onlar bir gelenek-görenek söylüyorlarmış gibi, “Eh yani yatarsa kafama yaparım, kafama yatmazsa yapmam!” gibi bir anlayışla, insanlar bugün Cenâb-ı Hakk’ı da zayi etti, Rasûl-i Ekrem (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem)i de zayi etti. Çok çarpık bir mantığa sahip olduk maalesef.
Aşkın Bedeli Vardır!
O bakımdan insan eğer Allâh-u Te’âlâ’yı seviyorsa, eğer Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem)i seviyorsa, bu sevginin de bedelini mutlak ödemeli. Önce aşk noktasında bir anlaşalım. Allah (Celle Celâluhû) ve Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem)e aşkımız var mı, yok mu? Eğer var diyorsak ve ardından da bu aşkın gereğini yapmaya söz verdiysek, iş tamamdır. Ama “Evet hocam, biz dediğin gibiyiz. “ deyip de öbür taraftan yamuk yapıyorsak, o zaman hiç konuşmayalım. Ama buraya geldiğimize göre, demek ki Allah (Celle Celâluhû) ve Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem)i seviyoruz. Öyleyse bu hâlin ve buna benzer hâllerimizin devamı şarttır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû)nun buyurduğu gibi: “Aşk insanın kafasına vurduğu zaman insan, ‘Mü’min miyim, kâfir miyim?’ onu bile anlamaz.” Aşkın böyle bir yangını vardır. Aşk dünyada en büyük sermayedir. Allah (Celle Celâluhû)nun insana ihsân ettiği en büyük nimettir. Amma bu sermaye, bu nimet yerinde, gereği gibi kullanılırsa, onun yaptığını hiçbir şey yapamaz. Yine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise Sirruhû)nun buyurduğu gibi: “Aşk+Sabır=Zafer!”
Eğer benden bir nasihat istiyorsan, gerçi ehl-i nasihat değilim amma, öğrendiklerimin, okuduklarımın ve bildiklerimin formülü budur. Eğer dava adamı isen, Allâh-u Te‘âlâ için bir şey yapma, bir mücadele verme, bir efor koyma düşüncesinde isen, Aşk+Sabır=Zafer! Hayat tamamen bu formüle kilitlenmiştir. Eğer burada kendimizi bulabiliyorsak, bizi durduracak hiçbir şey yoktur. Davası için ölümü göze alan bir insanı Allâh-u Te‘âlâ’dan başka durduracak hiçbir kuvvet yoktur.
Marş Marş!!!
Din sadece hocanın ihtiyacı değil, sadece erkeklerin ihtiyacı veya sadece kadınların, müstaz’afların, ezilmişlerin, fakir-fukaranın ihtiyacı değil, herkesin ihtiyacıdır. Hatta o kadar diyeyim ki, hayvanların bile ihtiyacıdır. Niye? Çünkü İslâm yaşarsa, Allâh-u Te’âlâ yüzümüze bakacak, verdiği nimetlerden hayvanlar da istifade edecek. Öyleyse suya nasıl hepimizin ihtiyacı varsa, havaya, toprağa nasıl hepimizin ihtiyacı varsa, Dîn-i Mübîn-i İslâm da aynı özelliğe sahiptir. Türkiye topraklarından hepimiz istifade ediyoruz. Şu memleketin nimetlerinden hepimiz istifade ediyoruz. Öyleyse herkes askere gidecek. Herkes silâh altına girecek. Eğer bir seferberlik söz konusu olursa kadın-erkek, ne var ne yok, A’dan Z’ye herkes cepheye! Herkes savaşın kazanılması için mutlaka görev başına Marş Marş!!!